Delal Arya: “Şiirler, şarkılar, masallar… bütün bunlar aslında hayatın gizli kapılarını açan anahtarlar.”

Ocak 29, 2025

Delal Arya: “Şiirler, şarkılar, masallar… bütün bunlar aslında hayatın gizli kapılarını açan anahtarlar.”

Söyleşi: Ayşe Yazar

Kitapta mitolojik ve kurmaca karakterlerin yanında gerçekle birebir örtüşmese de gerçekliğine atıf yapılan Yıldız Sarayındaki padişah, Tevfik Ebuzziya, Faik Müren, Medusa Ayla,Yanaki Manaki Kardeşler gibi karakterlere de yer veriyorsunuz. Bütün bunlara baktığımızda sizi harekete geçirip büyüsüyle kendine çeken unsurları kurmaca bir metinde konumlandırmak nasıl bir süreç idi? Genç okurların bu izleri nasıl yorumlamasını ve takip etmesini dilediniz? Onların kitapta bu izleri fak edebilmeleri için bir yazar olarak nasıl bir yol izlediniz?

Mavi Lambalı Otel’i yazmak benim için karanlık, bin bir tehlikeyle dolu ve büyülü bir ormanın derinliklerinde kaybolmak demekti. Her iki kitapta da hikâyenin akışını böyle kurguladım. Serinin ilk kitabında ilkel duvar resimlerinin olduğu bir mağaranın labirentimsi tünellerinde kaybolmak gibiyken, ikincisinde bu bir orman. Aynı hisle okunsun diye bu dünyayı tasarlarken okurlara “ekmek kırıntıları” misali izler bıraktım. Yıldız Sarayı’ndaki padişah, Tevfik Ebüzziya, Faik Müren, Medusa Ayla ve Manaki Kardeşler gibi karakterlerin isimleri, bu yarı gerçek yarı hayali dünyanın dokusunu oluşturuyor. Belki bu izler, okurlar arasında merak uyandırır ve onları daha derin bir keşfe iter diye düşündüm. Çünkü Öteden Beri serisi, yüzeyin altında daha fazla anlam barındıran bir hikâye örgüsüne sahip. Katman katman ilerleyerek, derinlere indikçe zenginleşen bir deneyim sunuyor.

Bu ipuçlarını takip eden okurlar, belki bir gün beni harekete geçiren, bu yolculuğa çıkaran ormanın ortasındaki o cadı kulübesine, kitapta geçen masalsı ismiyle İzbuşka’ya ulaşabilirler. Masallar bize, cadının kötü, kulübenin ise tehlikeli olduğunu öğütledi. Ancak o masalların kendisi bile ipuçlarıyla doluydu. Masalı nasıl okuyacağımızı bilir, doğru davranır, bilgelikle hareket eder, insanlara, doğaya ve hayvanlara yardım edersen o kulübenin gücü senin de ilham kaynağın olabilir. Başka bir deyişle o kulübe yabani ve masalsı dünyanın bilgi sandığıdır.

Benim kurmaca metinde izlediğim yol tam da bu: Genç okurları, hem kendilerini keşfedecekleri hem de merakla büyüyecekleri bir serüvene davet etmek. Onlar için hem tanıdık hem de büyülü bir yolculuk yaratmak.

Kaplumbağa Terbiyecisi tablosundaki kaplumbağanın sırtına bastırarak bir gizli kapının açılmasına tanıklık ediyoruz. Bu bana kitabınızla ilgili pek çok disiplin ve etkileşim imkanını düşündürdü. Şehir Bulmacası gibi düzenlenen bir sergi, gizli kapılar sunan tablolar, kilitler…oyunlarla dolu günler geçiriyorsunuz diye hayal etim. Bölüm başlarına koyduğunuz şiirler ve şarkılar da bir çeşit gizli kapı sayılabilir mi?

Çocukken, gençken bana hayat felsefemi sorduklarında elim ayağım birbirine karışırdı. Yıllarca buna verecek bir cevabım var mı diye düşündüm durdum. Benim hayat felsefem ne? Ben kimim? Şimdi buna en yakın cevabın şu olduğunu düşünüyorum: Gerçeği görmek istersen, ona göz ucuyla bak. Doğrudan baktığında gerçek senden saklanır, ama fark ettirmeden yan gözle bakarsan o zaman yamuk yumuk da olsa onu görebilirsin. Hayat doğrudan gördüğümüz şeylerden ibaret değil, hep buna inandım. Altında gizlenen bir başka dünya, bir başka gerçeklik vardır. Ve bu dünyayı görmek için bazen en küçük ayrıntıları fark etmek, kenarından, köşesinden, anahtar deliğinden, o ince bir ışık huzmesinden bakmak gerekir.

Kaplumbağa Terbiyecisi tablosundaki o kaplumbağanın sırtına bastırıp bir gizli kapının açıldığını hayal etmek mesela… İşte bu hem kitaplarımın hem de benim dünyayı nasıl gördüğümün bir yansıması. Hayatın kendisi de böyle değil mi? Sırlarla, bulmacalarla, yapbozlarla dolu. Onları birleştirmeye başladığımızda, sandığımızdan çok daha fazlasını anlamaya başlıyoruz.

Hayatın bize dayattığı keşmekeşten sıyrılmak ve ona göz ucuyla bakabilmek, bambaşka bir perspektif kazandırıyor. En azından benim için hep öyle oldu. Şiirler, şarkılar, masallar… bütün bunlar aslında hayatın gizli kapılarını açan anahtarlar. Çünkü gizemi ve güzelliği bulmanın en büyülü yanı, o “göz ucuyla bakabilme” inceliğine sahip olmaktır.

Buradan devam edelim, “Geçmiş değil bugün gibi, Yaşıyorum hala seni, Sen benim şarkılarımsın.” Gözcü Kulesi’nde bu alıntıyla başlıyor. Bölümün ilk kelimeleri “Gün doğarken… “Bu rastlaşmanın yaşattığı duyguyu tarif etmek zor. Siz yazarken böyle duygusal yoğunluklar yaşadınız mı? Okurlarınızdan bu tarz dönüşler alıyor musunuz?

Bölüm başlarına koyduğum şiirler ve şarkılar okurlar için kesinlikle bir işlev taşıyor. Onlar birer ipucu, haritada birer nokta. Belki okurlar, bu ipuçlarını takip ederek benim yürüdüğüm yollardan kendi keşif yolculuklarına çıkarlar diye. Bu dizeler, hikâyenin duygusal tonunu belirlerken, onların da kendi içsel yolculuklarına çıkmaları için bir davet niteliğinde. Okurlardan gelen dönüşler de bu duygusal bağın bir yansıması gibi. Kimi zaman bir şiir ya da bir şarkı, okurun da hayatında bir anıyı, bir duyguyu canlandırıyor. Bu paylaşılan bağ, yazmak kadar büyülü bir deneyim.

Sinan’ın tehlike altında olan kenti kurtarmak için ölümsüzlük suyunu getirmek gibi bir görevi var. Onun Boğa Baba ile karşılaşmasında boynundaki balık fosilinden yardım almadan ölümsüzlük suyunu ayırt etmesinde işaret ettiğiniz değer çok kıymetli. Kitaplarınızda bireysel gelişimi öne çıkaran bu tarz tercihleriniz için neler söylersiniz?

Sinan, hikâyede en büyük değişimi yaşayan karakterlerden biri. Annesinin peri masalları yazarı olması ve zaten cinlerle, perilerle dolu bir evde büyümesine rağmen, hayali dünyaya en çok karşı çıkan oydu. Belki de bu, onun hayata karşı direnişiydi. Gözleri bozuk olmasına rağmen gözlüklerini takmaması bile bunun göstergesiydi. Çocuk görmek istemiyordu belki de. Bu fantastik hayat pek de ona göre değildi.

Ancak, büyülü bir ormanın istilası altındaki Konstantiniyye’ye geldiğinde Sinan’ın içinde de bir şeyler değişmeye başladı. Toprağına geri dönen insanlar gibi o da denizine dönen bir çocuk olarak, kendi yerini buldu. İçindeki hayali, masalsı parçayı keşfetti ve bu değişim onun en güçlü yanını ortaya çıkardı. Sinan’ı yazmak benim için her zaman çok keyifliydi, çünkü o, hikayelerimin hem isyankâr hem de dönüşen yüzü oldu.

İlk kitapta, elinde bir kova balıkla Pleizade Konağı’nın bahçesine gelişini yazarken (ya da yazdığımı sandığım anlarda, çünkü karakterlerim bazen kendi başlarına zihnimde canlanıp bana ne yaptıklarını gösterebiliyorlar), onunla gurur duyduğumu hatırlıyorum. O gün değişmeye başladığını fark etmiştim. İkinci kitapta ise hala direnişi sürmesine rağmen, artık olayların akışına biraz daha teslim olmuştu. Tamam, kız kardeşim bir cadı, erkek kardeşim hayali dünyalara kapılar açan bir deli, kuzenim de kayıp bir tanrıça, diyerek bunu kabul etmişti. Ama geriye bir soru kalıyordu: “Peki, ben neredeyim bu hikâyede?”

Ama sonra bir anda hepsini kaybetti ve kendini tek başına buldu. Kurtarması gereken tek kişi, binlerce yıl önce kurban edilmiş bir iskelet kızdı. İşte o an, Sinan’ın gerçek dönüşümüne şahit olduk. Kıza baktı ve ondan korkmak veya iğrenmek yerine, onu korumak istedi. Acıdı ve bu acıma, onu daha önce reddettiği büyünün kat kat fazlasıyla donattı. Artık balık fosiline ihtiyacı yoktu; büyü, artık onun kendi içindeydi.

Bu değişim yolculukları, kitaplarımın en değerli temalarından biri. Çocuk karakterlerimin karşımda ete kemiğe büründükleri o anlar hem çok duygusal hem de ilham verici. Sinan gibi bir karakterin büyümesini izlemek, sadece bir hikâye yazarı olarak değil, bir insan olarak da beni derinden etkiliyor. Onun her adımında, ben de kendi içimde yeni bir şey keşfediyorum.

Kitabın etkili ve sayfalarından taşan karakterlerinden biri Skilla. Çocukları yiyeceğini ya da onlara zarar vereceğini düşündüğümüz heyecanlı ve gergin dakikaların ardından okuru şaşırtarak Hekate’nin lambasını çocuklara gösteriyor. Boğa Baba Sinan’ı kafese kapattıktan sonra kendi oluşturduğu evrenindeki perileri ve cinleri için padişahın söylediklerini Sinan’a anlatıyor. Sonra ondan beklenmeyen şekilde yerini Sinan’a bırakıyor. Görünenin aslında göründüğü gibi olmadığını, görünenin ardında gizli bir mana taşıdığını ortaya çıkaran pek çok detaya rastlıyoruz. Bu yaklaşımınız genç okurlara nasıl bir düşünme ve bakış açısının yolunu açıyor?

1990’da çekilmiş Jacob’ın Merdiveni adlı filmde geçen bir replik var: “Kendinle barıştıysan şeytanların aslında seni özgür bırakan melekler olduğunu görürsün.” Filmin bu sözleri, benim hayata ve hikayelerime bakışımla tamamen örtüşüyor. Masallar, mitolojiler ve dinler, şeytanlar ve canavarlarla dolu. Buna körü körüne inanmayı seçersek, karanlık bir tünelde gözleri görmeyen bir korkak gibi yaşamaya devam ederiz. Ama bir adım geri çekilip sorgulamayı seçtiğimizde, görünenin ardındaki gerçeği fark etme şansımız olur. Bunun için de öğrenmek, dünyayı tanımak, tarihi ve mitolojileri okumak gerek. Farklı kültürlerden kitaplar okumak çok ama çok önemli. Günümüzde çocukların daha çok kendi yerel edebiyatlarına yönlendirildiğini görüyorum ve bu beni çok üzüyor. Çocukların arka bahçesinde olan bitenlerden daha fazlasını okumaya, hissetmeye ihtiyaçları var. Dünyanın öteki kültürlerindeki çocukların hayatlarına ortak olmaya, başka kültürleri öğrenmeye, başka coğrafyalarda rüzgarın nasıl estiğini, karın nasıl yağdığını, ne bileyim kurbağaların nasıl vrakladığını bilmeye ihtiyaçları var.

Yoksa başka nasıl, masallardaki cadının aslında çocukları kazanda kaynatmasının başka bir sebebi de olabileceğini, bunun aslında sembolik bir anlamı olduğunu sorgulasınlar?

Kehanet Melahatler Emoş,Pembe ve Mağara’nın asıl adlarını duyan Sinan onları tanımıyor. Burada Amatheia’ya “Kimse bugünlerde çocuklarına mitolojik kitaplar okumuyor mu?” cümlesini söyletmenizin nedeni nedir?

Az önce söylediğim nedenlerle aynı aslında. Eskinin, bizden öncekilerin doğaya, yaşam döngüsüne ve ölümün bir son olmadığına dair inanışları, günümüzde çarpıtılmış, çirkinleştirilmiş ve tabulaştırılmış. Maria Gimbutas’ın çalışmalarında da belirttiği gibi, anaerkil toplumların inanışları, ataerkil toplumlar tarafından yok edilerek karanlık ve korkutucu bir yere itilmiş. Bahar tanrıçaları şeytan ya da canavar ilan edilmiş, bereket tanrıçası Demeter gibi figürler ise çocukları kazanda kaynatan cadılara dönüştürülmüş.

Çocuk yiyen, eciş bücüş haminneler olan Kehanet Melahatler işte bu durumu temsil ediyorlar. Dediklerine göre eskiden çok güzel su perileriymiş. Gel de inan! Amatheia’nın “Kimse bugünlerde çocuklarına mitolojik kitaplar okumuyor mu?” sorusu ise bu kopmuş bağı vurgulamak için önemliydi. Mitolojinin, doğayla kurulan bu kadim bağın bir parçası olduğunu hatırlatmak istedim. Çünkü o mitolojik figürler ve hikayeler, sadece birer masal değil; yaşamın, bereketin ve ölümün döngüsünü anlamlandıran derin semboller. Günümüzde bunları tekrar hatırlamak hem kendi köklerimizle hem de doğayla kurduğumuz ilişkiyi onarmanın bir yolu olabilir.

“Masallar güçtür.” diye düşündürdüğünüz bir karakterinizin ardından Sinan’ın üflediği bir boynuz, masal kahramanlarını yıllardır saklandıkları kovuklardan çıkarıyor. Masallar nasıl bir güç ve siz kitabınızda bu gücü nasıl kullandınız?

Masallar içlerinde anaerkil toplumların inanışlarından kalma ipuçları taşıyor. Özellikle bereket, yaşam ve ölüm döngüsünü temsil eden dokuma çarkları, kaynayan kazanlar, kaseler, ayın döngülerine gönderme yaparcasına hilal şeklinde taraklarla saçlarını tarayan deniz kızları… Tüm bunlar, masalların içinde saklı bilgelik katmanlarının parçaları. Bu izler, ataerkil toplumların baskısı altında bile masallarda hayatta kalmayı başarmış ve günümüze kadar ulaşmış.

Masallar dünyayı anlamlandırmanın, geçmişle bağ kurmanın ve doğayla uyum içinde yaşamanın bir yolu olduğu gibi ataerkil baskıya rağmen özgür ve vahşi kadim kadın bilgeliğinin hayatta kalmasını sağlamışlar.

Sinan’ın üflediği boynuzun masal kahramanlarını saklandıkları yerden çıkarması, masalların gizlenen ya da unutulan bu bilgiyi nasıl bir anda gün yüzüne çıkarabileceğini gösteriyor. Masallar, içlerindeki bu kadim bilgeliği açığa çıkardığında, yalnızca birer anlatı olmaktan çıkar ve hayatı dönüştüren bir güce dönüşürler çünkü

Camlı kutunu içinde pusula gibi kullanılan balıkları, haritacıları, Konstantiniyye’nin eşsiz mimarları, bedeninin alt kısmı çınar ağacıyla birleşen ağaçkadını, akbaba tüylerinden eğrilen  ve mikroskobik masal parçaları bulunan filmleri, Güllü Agop’u   ile görsel bir şölene dönüşen kitabınızın  Prolog bölümü de oldukça ilginç. Birinci kitapta   Epilog bölümü vardı ve sondaydı. Prolog bölümünü başa değil de serinin son kitabının sonuna koyma fikrinizi merak ettim.

Mitolojilerde ve masallarda sonla başın yeri hep değişir, çünkü hayat bir döngüden ibarettir. Demek istediğim, pirelerin berber, develerin tellal olduğu bir dünyada bebek ninesinin beşiğini nasıl sallarsa prolog da epiloğun yerine öyle geçebilir. Bir de belki hikaye başka bir macerayla devam eder.

Gerçi tüm o görsel şölenden sonra küçük ve pek kimsenin dikkatini çekmeyecek bir ayrıntıydı. Ama siz fark etmişsiniz.

Öteden Beri iki kitaplık bir seri. İlk kitap için yaptığımız söyleşide Çocuklar geleceklerini inşa ederken sizin kitaplarınızdan neleri alsınlar isterdiniz? soruma  “Çay’ın karanlığa karşı olan cesaretini alsınlar isterdim.”  Diye cevap vermiştiniz. Konstantiniyye’nin tek kadın padişahını yazma cesaretiniz üzerine konuşmak isterim.

Doğu’yla Batı arasında duran, perilerle insanların birlikte yaşadığı hayali bir şehre, en çok bir kız padişah yakışmaz mı? Bu uçuk fikir başından beri hikayemin kalbinde yer alıyordu. Kız çocukları masalların, mitlerin ve tarih boyunca gizlenmiş bilgeliklerin taşıyıcıları çünkü. Tıpkı Baba Yaga’nın kulübesinden yara almadan çıkan Clarissa’nın taşıdığı göz yuvarlarından ışık saçılan kafatası gibi Ya da Persephone’nin, yeraltı dünyasından dönüşünde getirdiği bahar gibi. Bu güçlü ve bilge kızlar, karanlık ve bilinmezlik içinde yol alırken yalnızca kendilerini değil, çevrelerindekileri de dönüştürmeyi başaran figürlerdir.

Yorum yapın