Deleuze’ün edebiyat öncelikli tek metni olarak bilinen Kritik ve Klinik üzerine, Daniel W. Smith’in, İngilizce baskısının çevirisine önsöz olarak yazdığı metin, Norgunk yayınları tarafından “Saf İçkin Yaşam, Deleuze’ün ‘kritik ve Klinik’ projesi” başlığıyla, Emre Koyuncu çevirisiyle basıldı. Kitap Deleuze’ün edebiyat üzerine görüşlerine ve bu konudaki kavramlaştırma girişimlerine dair derli toplu bilgi sunuyor.
Deleuze için felsefe, kavram oluşturma, icat etme, yaratmaya dayanan bir kavram pratiğidir. Guattari ile birlikte geliştirdiği, giriştiği bu kavramsal çaba gerçekten de sıra dışı bir mucitlik örneği sunar. Ayrıca Deleuze’ün felsefeyi bilim, tıp ve sanat gibi diğer alanlarla muhakkak bir ilişkiyle incelediğini de ilave etmek gerekir. Örneğin; ona göre sanatta felsefe gibi bir düşünce etkinliğidir, fakat amacı “duyusal yığışımlar” yapmaktır. Yani sanatçı ve yazarlar aynı zamanda büyük düşünürlerdir. Ancak onlar algılam ve duygulamlarla düşünürler: Ressamlar çizgiler ve renklerle, müzisyenler seslerle, sinemacılar imgelerle, yazarlar kelimelerle düşünürler.
Deleuze’ün edebiyata dair fikirlerini anlamak için “duygulam” ve “algılam” kavramlarının ne olduğuna bakmak yerinde olacaktır. Deleuze ve Guattari ‘BinYayla’da kendiliği bir “oluş” süreciyle başlarlar. Oluş kendiliğin, durağan olmadığı hep süreğen bir akış içinde olduğu anlamına gelmez. Oluş, herhangi iki çokluk arasında her zaman var olan iki çokluğun birbirinden farklılaşmasını önceleyen bir bölgeyi, bir ayırt edilemezlik ya da seçilmezlik bölgesini ifade eder. Deleuze ve Guatari için bu oluş fikri en iyi Melville’nin ‘Moby Dick’inde örneklenmiştir: Kaptan Ahap ile beyaz balina arasındaki ilişki, bir özdeşleşmenin ötesinde bir oluş durumunu ifade eder. Kaptan Ahap kendisini Moby Dick’ten ayıramayacağını, balinayı vurursa aslında kendini vurmuş olacağı gibi bir hisse kapıldığında, bir ayırt edilemezlik bölgesine girer ve bu bir oluş halidir. Ahap ne balina olmuştur ne de balina başka bir şeye dönüşmüştür. Bir oluşta bir taraf diğer tarafa dönüşmez, bu bir karşılaşma anıdır ve iki tarafında dışında bir ayırt edilemezlik bölgesinde gerçekleşir. Balina ve kaptan Ahap arasında yaşanan, bildiğimiz anlamda öznenin duygulanım ve algılanımına indirgenemeyecek bir durumdur. Bu Deleuze’ün saf “duygulam” ve “algılam” dediği şeye karşılık gelir. Algılam algı değil, kendisini deneyimleyenden ayrı bir yaşamı olan, ilişki ya da duyu paketleridir. Duygulam his değil, hissi yaşayanların ötesine geçen bir oluştur. Alıgılam ve
duygulam durumuna bunu deneyimleyenlerden bağımsız olarak ulaşırız. Yaşam duygulam ve algılamlar düzeyinde edebiyat ve sanatla buluşur. Bizler özneler olarak yaşadığımızdan ve deneyimlerimizden bağımsız bir ayırt edici noktada edebiyat ve sanatı duyumsarız. Bu nedenle belki de edebiyat ve sanat bizim için ayrı bir kapı açar, gerçekliğin dışında karakterleriyle özdeş olmanın ötesinde, bir oluş durumunu yaşatır.
Deleuze’e göre her edebi çalışma bir yaşam tarzı, bir yaşam biçimi ifade eder. Bu nedenle de hem kritik hem de klinik açıdan değerlendirilmelidir. Edebiyatı ve yaşamı birbirine bağlayan husus sağlıktır. Bu durum yazarların sağlıklarının iyi olduğu anlamına gelmez tam tersine sanatçılarda filozoflar gibi çabuk bozulan bir sağlığa, zayıf bir yapıya ve kırılgan bir kişisel yaşama sahiptirler. Yazarlar yaşam tecrübelerinden etkilenirler ancak sadece yaşamlarını anlatıyor gibi görünen pek çok yazar bile “yaşamı onu hapseden şeyden kurtarma ve kişiselin ötesinde bir şey yapma çabasında” birleşirler. Yani yazarlar için aslında tıpkı oluş sürecinde olduğu gibi mevcut olmayan ancak ayırt edici bir düzlemde yaratma çabası vardır.
Deleuze’un “kritik” ve “klinik” projesinin altında yatan temel fikir, yazarların ve sanatçıların hekimler ve klinisyenler gibi semptomatolojist olarak görülebileceğidir. Deleuze’e göre semptomatoloji her zaman bir sanat meselesidir. Yazarlar parmak ısırtan teşhisleriyle birer semptomatolojisttirler. Aynı şekilde semptomsal bir tabloyu yenileyebilen klinisyenlerin yaptıkları şey bir sanat eseridir. Sanatçılar da birer klinisyendir ancak kendi vakalarına yahut genel olarak herhangi bir vakaya ilişkin olarak değil, medeniyetin klinisyenleridir.
Deleuze sanat eserini bir takım etkilerin ve göstergelerin belli metotlar yoluyla üretildiği ya da oluşturulduğu bir makine olarak tanımlar. Edebiyatın ürettiği bir “edebi etki” vardır ve edebi makine farklı düzeylerde göstergeler üreterek bu etkileri yaratabilen ve bu yolla etkili bir şekilde işleyen bir aygıttır. Sanat eseri ancak nesnel içerik ve öznel biçimin fragmanlar halinde bir dünyanın, kaotik ve kişisel olmayan çoklu bir gerçekliğin, ortaya çıkmasıyla tam anlamını bulur. Temel mesele sanat eserinin işlemesi yani makinenin çalışmasıdır. Kısacası edebi makinenin parçaları karşılıklı bağımsızlıklarıyla, saf tekillikleriyle, herhangi bir bütünlük veya birlik teşkil etmeyen ve birbirine gerçek ayrımlarla ya da herhangi bir bağlantının yokluğuyla tutturulup, yapıştırılmış, saf ve dağınık bir anarşik çokluk oluşturan, unsurlar olarak kabul edilmelidir. Yani farklı tekillikler, tekilliklerin birbirinden kopuk parçalarının bir etkisi olacak şekilde değişken bir bütün yaratmak, üzerine bir ilişki kurmak edebi makinenin çalışması anlamına gelir.
Deleuze’ün edebiyat üzerine yazıları yaşamla ilişkilidir. Onun belki de en büyük amacı yaşamı felsefi bir kavram olarak üretmektir. Ona göre yazarın amacı “yeni yaşam imkȃnlarının” inşa sürecine katılmaktır. Deleuze için edebiyat sorunsalı edebiyatın metinselliği ve tarihselliğinden ziyade, “dirimselliği” ve “yaşam tonu” ile ilgilidir. Bir eseri yaşam tonu ve dirimselliği açısından incelemek demek onu yargılamak demek değildir; onu klinik olarak değerlendirmek demektir. Edebiyat veya sanat yaşamı kişisel olmaktan, eseri edebi veya metinsel olmaktan çıkaran bir andır ve bu an saf bir içkinlik yaşamı anıdır.
Emek Erez – edebiyathaber.net (7 Nisan 2014)