Son dönemlerde öne çıkan genç yazarlardan Pelin Buzluk, “Deli Bal” ile 2010 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü almıştı. “Deli Bal”, içinde on adet öykü barındıran derin bir kitap. Somut anlamda küçük fakat soyut olarak baktığınızda farklı derinliği olan bir eser.
“Deli Bal”, alışıldığı gibi kitapta yer alan bir öykünün adı değil. Karadeniz’de üretilen, çok az yendiğinde faydalı fakat dozu kaçırıldığında delirttiği söylenen bir bal çeşidi. Kitabın arka kapağında yazar tarafından verilen bilgilerden öğreniyoruz ki eser, hacmi ve içeriği kıyaslandığında deli bala benzediğinden bu adı almış.
Deli balın vahşi kestane çiçeklerinden ve orman gülü gibi vahşi bitkilerden beslenen arıların balıyla yapıldığını da düşündüğünüzde, okuduğunuz öykülerin içeriklerini farklı bir gözle anlamlandırma imkânı bulabiliyorsunuz. Güzel, güzellikleri kadar da vahşi olabilen unsurlar dikkatinizi çekiyor.
Öykülerin her biri nevi şahsına münhasır temaları ve kurgularıyla öne çıkıyor. Kitapta olay hikâyelerinin yanı sıra durum hikâyeleri de bulunmakta. Eserin en belirgin özelliği ise bu öykülerin tümünün psikolojik içerikli olması. Yazar, insan psikolojisinin ağır bastığı temalarla, konularla okuyucuyu düşünsel derinliğin en diplerine indirmeyi, âdeta sizi çıkrıklı kör kuyuların dipsiz karanlıklarına sallandırmayı başarıyor.
Öykülerin çoğunun konusu alışılmışın dışında. Kimileri neredeyse gerilim filmlerinin senaryolarını aratmayacak derecede nefes kesebiliyor. Okuma anlarınızda senaryosu mükemmel bir film izliyormuş gibi hissetmeniz çok doğal.
Bir öyküyü okurken, aslında görünenin ve anlatılanın ardındaki anlatılanı bulup çıkartabilmek oldukça önemli. Elbette yazarın size izin verdiği kadarını…
Yazara göre öyküde ne söylendiği kadar ne söylenmediği de önemli. “Öykü söylemediklerinizle, eksik bıraktıklarınızla da yazılıyor.” diyor Pelin Buzluk.
Okuyucular olarak bir çırpıda okuyup geçtiğimiz ve anladığımızı sandığımız satırların ardında ne gizler yattığını bir yere kadar tahmin edebiliyoruz. O yerden sonrasını yazarından başkasının algılaması oldukça zor. Bu yönüyle öykü türünü, yazar-okuyucu ikilisi arasında zevkli bir oyuna da benzetebiliriz. Tıpkı şiir türü gibi…
Bu öykülerde bariz şekilde dikkati çeken ortak noktanın genellikle “baba” kavramı etrafında sabitlendiğini görüyoruz. Babayı kaybetme korkusu, bundan duyulan üzüntünün yanı sıra “baba” kavramında yaşanmış yoğun hayal kırıklığı ve belki nefret veya nefret olduğu sanılan geçmiş fırtınaların eseri olarak bir soğuk hava akımı kuşatabiliyor etrafınızı.
“62 Tavşanı” adlı öyküde yazarın farklı çalışan düş gücünün etkisi çok açık: “Yıllar önce yürürlüğe giren ‘62 Tavşanı’ yasasına göre altmış iki yaşını doldurmuş her babanın yalnızca öz çocuğu ya da çocukları tarafından öldürülmesi serbest… Bu yasa sayesinde, hem çoğu erkek bir gün öldürülebileceği korkusuyla çocuk sahibi olmaktan cayıyor hem de altmış iki yaşını aşmış babaların ölümüyle nüfusta önemli bir azalma, su kaynaklarında gözle görülür bir rahatlama oluyor. Hükümet, babaların yasalardaki kimi boşluklardan kurnazca faydalanmalarına engel olmak için, çocuklarının izni olmadan yurtdışına çıkışlarını tamamen yasakladı.”
Bu şartlar altında babasıyla karşılaşan öykü kahramanının hisleri, öykünün son paragrafı ve son cümlesi çarpıcı:
“Kinimin ansızın silinmesinden korkarak sarıldım ona. Hem nefret edilesi o kanlı bağı anımsamak hem ufacık bir karşı koyuş görebilmek için yapmayacağım şey yoktu. O eski sertliğini ve kızgınlığını yeniden duymak istedim, yeniden kızmak, köpürmek, kin duymak, diş bilemek için… Acıyordum babama, ihtiyarlığına, zayıflığına… Bu düşüncelerle kendime iyice bastırdığım yaşlı adam gevşedi birden. Ağırlaştı kollarımda. Durup geri çekilerek bakmak isterken yığıldı önüme. Şimdi bir yığın tavşan ölmüştü pazar yerinde ayaklarımda. Kim öldürdü onu?”
Pelin Buzluk, tarz olarak öykülerinde genellikle fantastik anlatım türünü tercih eden bir yazar. Gerçek üstü hayalleriyle yazı yeteneği birleştiğinde değişik boyutta öyküler çıkıyor ortaya. “Kafes” de bunlardan biri…
Bu öyküsünde yazar, okuyucunun belleğinde unutulmayacak izler bırakıyor. Bu dünya ile öte dünya arasındaki ilişkiye kendi ilginç bakış açısıyla değinirken sanki bir nevi mahşer günü ürpertisini de prova ettiriyor okuyanlara:
“Güçlükle kalktı. Meydanda yürümeye başladı. Onlarca uyanışa tanıklık etti… Etrafta tanınmayı boşuna umdu… Çevrede mezarlardan kalkmış ölüler gibi kimsesiz ve çıplak binlerce genç geziniyordu. Uyananlar çoğalmıştı. Kendine yol açmaya çalışırken eti etlerine değiyordu…”
Ve tekrar doğmak için verilen bir şans sonucu kahramanın kendisine bir beden ve ruh seçme sahnesi… “Sahnesi” diyorum çünkü yine yazar âdeta okuyucuya heyecanlı bir film izlettiriyor. Kahramanın, önüne cömertçe sunulan seçenekler arasından büyük güçlükle tekrar kendi bedenini ve ruhunu seçtiği an, yeniden dünyaya geliş ve yine son paragraf:
“Sonra tamam düğmesine bastı. Emin misiniz, diye sormadılar bile. Etraf karardı, içinde bulunduğu oda bin parça olup dağıldı… Tanıdığı herkes silikleşti. Annesi, dedesi, Buzzati, en yakın dostu, Ece Ayhan, çocukluk arkadaşları, Sartre, Levinas, lisedeki matematik öğretmeni, Lenin ve Melih Cevdet, Nâzım ve Egon Schiele, Hesse ve Pasolini… Yüzler ve anlar bir çakımlık netleşip eğilip bükülerek bir bulamaca dönüştüler. Kuvvetli bir anaforda tamamen unutuldular. Zihnindeki her şey uçucu hale geldi. Bedeniyse ufaldıkça ufaldı. Odanın sıvılaşan, karanlık oylumundan ışığa doğru itildi. Bir çığlık oldu doğumhanede.”
Dehşetin ardına saklanmış üzüntüleri okuyucuya deli bal ayarında hassas bir dozajla hissettiren yazarın, “Aynanın Sonu” adlı öyküsü de bu özelliğine yerinde bir örnek oluşturuyor:
Paris’ te möbleli bir eve yerleşen başkahramanın başucundaki kilitli komodin çekmecesinden gelen tıkırtıları merak etmesiyle başlıyor öykü. Sonunda çekmeceyi açmayı başardığında karşılaştığı kesik ve canlı sağ el ile iş birliği yaparak onun esrarını çözmesi tam bir gerçek üstü anlatım. Öykünün sonu ise bu dehşetin hüzne dönüşmesi gibi sürpriz bir sonuca bağlanıyor. Alışıldık gerilim tarzlarında olduğu gibi elin olay kahramanına zarar vermesini bekliyorsanız bu kahraman gibi siz de yanılıyorsunuz. “Aynanın Sonu”nu okuyucuyu şaşırtması yönüyle Guy de Maupassant tarzı kimi öykülere de benzetebiliriz.
“Parmaklarını ‘gel’ ya da ‘getir’ der gibi oynatıyor, ardından tekrar kalem tutar gibi bir hal alıyor, ayası üzerine tekrar düşüyor, böylece aynı hareketleri sırayla yineliyordu. Benden bir kalem istediğini anlamam zor oldu. İçimi titreten bir mutlulukla kalem kâğıt getirdim ona. Kalemi hemen kavrayıp sağdan sola doğru yazmaya başladı. Durmaksızın yazmak istiyordu. Önüne bir tomar kâğıt koyup yazdığı ilk iki sayfayı yanıma alarak çıktım kilerden. Işığı açık bırakmıştım. Karanlıkta göremez de yazamazmış gibi. Ertesi gün bir çeviri bürosu aramaya koyuldum. Bulduğum ilk çeviri bürosuna girdim. Dilinin Farsça olduğu söylendi…”
Sonrası okuyanlara bırakılması gerekecek kadar hoş ve ilgi çekici…
Ve kitaptaki diğer öyküler… Pelin Buzluk’ un beyin kıvrımlarından satırlara yansıyan gizemli ışığın eşliğinde herbirinde farklı bir boyuta geçerek bitiriyorsunuz eseri.
Hayalinde ürettiği ilginç konuları ve kahramanları kendine özel işlek ve farklı diliyle anlatan yazar, kullandığı dil ile de okuyucu ruhunuzu fazlasıyla doyuruyor.
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (6 Ağustos 2014)