Psikiyatrinin şu an için farmakoterapi ve EKT (Elektrokonvülsif Tedavi) gibi yöntemlerle çözüm aradığı ruhsal davranış bozuklukları bazen kişinin gündelik işlerini yapmasına engel olacak boyutlara varıyorsa o zaman tıp bilimi sizinle ciddi olarak ilgilenmeye başlıyor, ötesi birkaç seans psikoterapi ve basit antidepresanlarla geçiştirilen rutin sağlık durumlarını kapsıyor. Ama iktidar kavramı sizinle ilgilenmeye başladığı andan itibaren artık bir sağlık sorunu taşıyan kişi olarak değil kamusal alanın dışına itilmesi gereken bir “deli” olup çıkıyorsunuz.
Fransız yazar ve filozof Simone de Beauvoir; “Sizin tek çılgınlığınız, kendinizi deli sanmanız.” derken, günümüzün psikiyatri kurumunun çaresizliğini ve davranış bozukluğu olan kişileri “deneklere” dönüştüren akıl hastanelerini düşünerek etmemişti belki bu sözünü. O, deliliği geçerli mantıksal eşikleri aştıktan sonra rasyonel yüklerinden kurtulan bir tür metafiziki yükselme gibi ele alan şair ve filozoflara daha yakın sanırım.
Tarih ve toplum deliliği, bir türlü nereye koyacağını bilememiştir. Ortaçağ’ın engizisyonlarından günümüzün kurumlarına deliler, içlerine şeytan girmiş, yakılması ve toplumdan izole edilmesi gereken varlıklar olarak, bazen mahallenin neşe kaynağı, kimi zaman da gizemli ve uhrevi varlıklar olarak şekilden şekle girmiştir kamusal olanın gözünde. Ama Foucault gibi bazı filozoflar da çıkıp asıl “deli” olanın, kimin “deli” olduğuna karar veren mekanizma olduğunu işaret ederek tartışmayı daha farklı boyutlara taşımıştır.
Zaten edebiyat ve sanat tarihinde de durumu “şüpheli” bazı yazarlar ve sanatçılar, ancak geçerli rasyonel evrenin ve mantıksal eşiğin ötesine geçerek eserlerini üretebilmiştir, diye bir tanım yaparsak eğer, gerçeküstücülüğün sınırlarını zorlayan şairlerden tutun da kurallarıyla ve emirleriyle kamusalın gerçekliğine meydan okuyan birçok “sıradışı” sanatçının ve filozofun da adını saymamız gerekecektir. Bu bağlamda aslında herkesin biraz “delilik” potansiyeli taşıdığını söylemek, evrensel bir delilik tarifine ulaşmada belki işimizi kolaylaştırabilir. Ama rasyonel aklın iplerinden boşanmış bir zihnin neler yapabileceğini ise tarih bize bazen iyi bazen kötü örnekleriyle sunduğu için biz şimdilik iyi ve sıradışı olan örneklerle ilgileneceğiz.
1961-1964 yılları arasında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde personel eğitimi için Milli Eğitim Bakanlığı’nca görevlendirilmiş olan öğretmen Bedia Tuncer, hastalarla yakın ilişkiler kuruyor, kimi zaman onların dert ortağı oluyor. Bu hastalar arasında şiir yazan filozof ve şair duyarlılığına sahip insanları da tanıma fırsatı buluyor. Ve bir süre sonra hastaların şiirlerinden derlediği şiirlerle bir kitap oluşturuyor ve bu kitap 1964 senesinde Matbaa Teknisyenleri Basımevi tarafından İstanbul’da “İnilti” adıyla basılıyor. Çok ilginç ayrıntılardan biriyse, ’64 yılında basılan bu kitapta yer alan “Çöpçüler” adlı şiirin 1985 yılında Erkin Koray’ın uzunçalarında yer verdiği “Çöpçüler” adlı şarkısıyla aynı sözleri taşıyor olması. “İnilti” kitabında basılan şiire düşülen dipnota göre, 33-b servisinden N.C. rumuzlu bu hastanın bu şiiri 1963’te yazılmış.
Özellikle günde 16 paket sigara içen ve Bakırköy’de kaldığı onlarca yıl Üsküdar’a gidemeyen ve bir gün bu utkusunu gerçekleştirmek için firar edip Üsküdar’a gitmek üzereyken yolda trafik kazası geçip ölen ve Üsküdar’a gidemeden arkasında yüzlerce şiir ve Üsküdar İskelesi gibi bir eseri bırakan esrarengiz adamın durumuna ise hiç girmiyorum.
“Sende geçti ömrümün neredeyse kırk senesi. Seni nasıl unuturum Üsküdar İskelesi. Bende bir bitmeyen İstanbul hasreti var. Aklımda İstanbul, her zaman Üsküdar.”
Gel zaman git zaman, 2011 yılında Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi adına bir doktor ve bir müzisyenin eşliğinde bu kitaptan seçilen ve bazı besteleri de hastalar tarafından yapılmış şiirler, Teoman, Betül Demir, Demet Sağıroğlu, Soner Arıca, Ahmet Özhan, Mercan&Rashit gibi sanatçılar tarafından seslendirilerek “Düşünen Şarkılar” adlı albümde toplanıyor ve piyasaya sürülüyor.
Albümde Çankaya, Üsküdar İskelesi, Hasret, Elektrik Şok gibi nefis lezzetli ve her biri ayrı bir hikâyeyi taşıyan şarkılar yer alıyor. Özellikle Teoman’ın seslendirdiği “Necip” adlı şarkının sözlerini okuduğunuzda bir an Edip Cansever’in Ruhi Bey’i ile karşılaşabilirsiniz.
“Dolaşırsın sahillerde yapayalnız hayalinle. Dünyaya geldiğine pişman olma elbette. Necip, beni dinle.”
Beat kuşağı yazarlarının “Cut-up” tekniğiyle yazdığı kakofonik şiirler gibi yazılan serbest çağrışım ürünü anlamsız metinler benim daha çok ilgimi çekiyor. Özellikle Rimbaud gibi sembolistlerin, Comte de Lautréamont gibi sürrealistlerin şiirlerinde işaret edilenin aslında hangi anlama denk geldiğini asla kestiremeyişimiz gibi, davranış bozukluğu yaşayan şairlerin yarattığı eserlerin de asla gerçekte neye değdiğini bilemeyeceğiz. Ama “İnilti” kitabında not düşüldüğü üzere bütün şiirlerde yaşanmış gerçek bir hikâye yatıyor. Hoş Aristo’nun tarifiyle bir sanat eserinin bizi ne kadar heyecanlandırıyorsa sırf bunun için o kadar tehlikeli olması gibi, tehlikeli şair ve düşünürlerin ömrüne bereket bu tehlikeli işlere işte gerçek sanat demek istiyorum.
Yukarıda delilik ile ilgili yapılan geniş girizgâhı tekrar okumak gerekirse yine Bakırköy’de yatmış ve şiirleri kitapta yer alan ve bir şiiri de albümde yer alan 24-A servisinden R.G.Ö.’nün şu sözlerinde de gizli kendini ele veren bir delilik tanımı var: “Aşkımın şiddetinden koptu gönlümün freni, doktor beni sanıyor hâlâ şizofreni.”
Hastaların karmaşık anlam dünyalarını ve şifrelerini çözmek için tıbbın biraz daha yol katetmesi gerektiğine inanıyorum. Bu açıdan kendi dünyalarında mutlu olan deliler, yine kendi dünyalarındaki varoluşlarıyla ele alındığında en anlamlı hale geliyor. R.G.Ö.’nün bir başka şiirinde de dediği gibi: “Dertliyim, derdimi anlamaz herkes. Sırrını söylemez her ruha ruhum!”
Halil Emrah Macit – edebiyathaber.net (11 Ekim 2013)