
Son birkaç aydır bir meslektaşımla birlikte okuma grupları kurma hayaliyle faydalanabileceğimiz kaynaklara bakıyorduk. Biraz yoğunluktan biraz heyecandan yavaş yavaş ilerlerken bir anda birçok meslektaşımın okuma grupları açtıklarına dair ilanlarla karşılaştım. Şaşkın bir ördek gibi bakakaldığımı hatırlıyorum. Ne yani, tam da güzel bir okuma grubu çalışması planlarken mantar gibi türeyen bu gruplar da nereden çıkmıştı? Gerçekten de bu fikir aynı zamanda hepimizin aklına neden ve nasıl gelmişti? Bu soruları gerçekten sordum kendime. Bunca zaman açılmamış bu grupların, biz üzerine tasarlama yaparken aynı hafta içinde yığınla açılması beni düşündürdü. Yani herkes edebiyattan beslenmenin psikolojik iyileşmeye etkisini mi fark etmişti? Ya da bir yazardan, filozoftan altını çizdiklerimizin anlama üzerindeki büyüleyici dokunuşuna mı vakıf olmuşlardı? Her ne ise elimde kitabım, altını çizdiklerim, afişim ve herkesle aynı şeyi yapacak olmanın hevessizliğiyle kalakaldım.
Hepimiz anlaşılmak istiyoruz. Anlaşılır olmanın en düz yolu da anlatmak. Fakat çağlar boyunca anlatmak bize yetmeyen bir yerde kalmış gibi ki türlü yollarını keşfetmeye çalışmışız. Çatışmalar yaşadık, sesimizi yükselttik, mektuplar yazdık, aracılar soktuk; yetmedi şarkılar besteledik, duvarlara çizdik anlatmak istediklerimizi, kitaplar boyu yazdık; yine yetmedi. İletişim, toleransı yüksek bir alan gibi. Ne kadar tadarsak iştahımız kabarıyor sanki azalacağı yerde. Bu yetersizlikten beslenip daha yaratıcı yollar buluyoruz diye düşünüyorum. Diğer yandan bu anlatmak telaşı aslında sınırlarını ötekilere anlatmak ihtiyacından besleniyor. Ben buradan başlıyorum burada bitiyorum demek. Bana neler yapılacağını, nerede durulacağını, bir diğerine ne kadar ileri geri manevra hakkı tanıdığımı anlatmak demek. Anlatmanın direk yolları var evet, ama herkese ulaşamayan yollar. Üstünde yaşadığımız kara parçasından bir yerlere ulaştığımız yolları düşünün, ne çok dönemeç hatta kesinti var orada değil mi? İletişim yollarımızda, o dönemeçleri aşan kavşaklar, altgeçitler, uçurumları birbirine bağlayan köprüler barındırıyor. Çoğu sözü söylemekle değil, bir şekilde hissettirmekle iletebiliyoruz karşımızdakine. Çizdiğimiz bir ufuk çizgisi söylediğimiz bir cümleden çok daha büyük çağrışımlara kapı açıyor. Ya da anlattığımız kısa bir hikâye koca bir ömrün özeti olabiliyor. Çağrışımlar çok şey ifade eder. Çünkü anlatmak da anlamak da kısıtlanamayacak kadar hayati değerdedir. İletişim her şeydir. Dünyayla bağımızı nasıl bir yerden kurduğumuzla, dolayısıyla nasıl bir hayat yaşadığımızla alakalıdır.
İletişimi kurmanın doğru kanallarını bulmak bu kadar zor olmamalı diyorum. Kaç yaşında olursak olalım hep bu dertten mustaribiz diğer yandan. Dünyayla nasıl bir ilişkilenme haline girdik ki buluşamıyoruz birbirimizle. Bunca yıllık hayat tecrübem diyor ki bir diğeriyle gerçek anlamda buluşabilmek, aynı dünyanın oksijenini solumak hiç mümkün olmayacak. Tecrübelerimin başka bir kısmı da bana bunun çok mümkün olduğunu öğretti. Ancak sanatla, edebiyatla, dünyada yaratıcılığa dair ne varsa o duraklarda karşılaşıyoruz birbirimizin özne halleriyle. Ursula K. Le Guin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar kitabında şöyle anlatıyor bu buluşmanın özünü: “İletişim karmaşık bir sorundur ve benim gibi bazı içe dönük kişiler bu sorunu tuhaf, tamamen tatminkâr olmayan ama ilginç bir yolla çözmüşlerdir. Biz yazarak iletişim kurarız, ama dolaylı bir yoldan. Hayali durumlardaki hayali insanlar hakkında öyküler yazarız. Sonra bunları yayımlarız (çünkü bu öyküler kendi tuhaf üsluplarıyla birer iletişim eylemidir, başkalarına hitap ederler). Sonra insanlar bunları okur ve telefonu açıp derler ki: Ama sen de kimsin? Bana kendini anlat! Biz de deriz ki: Anlattım ya işte. Hepsi orada, kitabın içinde. Önemli olan her şey orada. Peki ama sen onları uydurmuştun hani! Evet, ama nereden?” Ursula’dan altını çizdiklerim bana iletişimin nasıl da katman katman bir olgu olduğunu tekrar hatırlatıyor. Ötekiyle buluşmanın gerçekliğine hayali yaşantılarla ulaşılabileceğini. Bu, aynı büyüdüğümüz evin kokusunu, rutinini, görünmez ilişki ağlarının sesini duymak gibi. Çoğu zaman konuşarak değil, diğer duyularımıza kulak vererek mümkün oluyor. Bu sebeple, o görünmez bağlarla edebiyata düşüyoruz. Sanatın tüm kolları algılama haznemizi esnetiyor. İyi ki bu düşmeler var. Onca kaçtığımız düşmelerden hayatı yakalayabileceğimiz kimin aklına gelirdi?
edebiyathaber.net (2 Nisan 2025)