Uzun bir aradan sonra ilk defa bir kitabı incelemek, üzerine yazmak bende heyecan yarattı. Defteri, kalemi hızlıca edinip aklındakini kaydetmek… Şu mahallede homurdananlar uykudan kalkmadan yazmak istedim. Çünkü her kalktıklarında kafamı bambaşka bir yere götürüp beni tüm gün o sorunla uğraştırıyorlar. Haberleri okumadım, radyoyu açmadım. Kötülerin, kötülüğün kol kestiği bu dünyada yepyeni bir savaşımız daha olmuşken üstelik _” hayır” dedim kendime şimdi bu güzel romanı anlatmalıyım.
“İstanbul İstanbul” adını çokça duyduğum Burhan Sönmez’in 2015’te yazdığı benim ilk defa İstanbul’u yakından tanımaya çalıştığım bugüne sakladığım romanı.
Acının ve güzelliğin bu kadar iç içe geçip derinlemesine işlenmesine çok şaşırdım önce. Kurgunun beş devrimci üzerinden baş kahraman İstanbul’a verilmesi, olay örgüsünün derin, özenli nakış gibi işlenen hikayelerden oluşması. Acının, işkencenin en koyusu bu nedenle gerçek ama kıyıcı değil, gerçek ama karikatürize değil gerçek ama sloganvari direniş güzellemesi değil. İnsan olanı hakça isteyenden, zulümden zulmün böylesinden pay alarak yaşamaya mecbur bırakılmasını bir okur olarak tüm kitap boyunca anladım, hissettim. Beş devrimci: doktor, öğrenci Demirtay, Küheylan dayı, zine sevda , berber kamo ve yan karakterlerin hepsi oldum roman boyunca. Onlarla birlikte acı çektim, onlarla birlikte İstanbul’u gezdim. Hem ürperdim iliklerime kadar hem de her demir kapının açılışında her nöbetçinin gelişinde soluklarını ensemde hissettim. Yeraltında İstanbul’u anlattıkları o nefis anlarda bende onlarla beraber keşfettim İstanbul’un Boğaz’ını, Haliç’i, Kızkulesi’ni, balıklarını kedilerini köpeklerini ışıltılı şehri ve insanlarını…
İstanbul’u, hayat gibi acının ve güzelliğin kentini baş karakter yapan yazara imrendim. Bazı yazarların yeteneklerinin ne de güzel olduğuna dair bir okur olarak şahit oluşuma gururlandım. Sanki ilk ben keşfetmişim gibi okudukça mutlu oldum. İyi edebiyat bir yerden gelip çağırıyordu ama her şey gibi onunda zamanı vardı. Anımsadım romanda “zaman” ne acımasız ne derin ne güzel izleklerden oluşuyordu. Bölümler arası hikayeler başlı başına öykü kitabı olacak güzellikteydi. Altını çokça çizdim, cümleleri derin derin içime çektim.
“Kentteki zaman ne hale getirmişti bu insanları” (sayfa;51) “İstanbul’daki zamanda böyledir. Geçmişte kanat çırpar. Günümüze geldiğinde ise kanatları durur, ağır ağır boşlukta süzülür” (sayfa ;121)
Dili; dil oyunlarını, metaforu yer yer alegorik bir yapı ile kullanan bir yazar var karşımızda. Küheylan heybetli bir at iken (bu da bilge rolünü), Demirtay onun yavrusu (ustanın çırağı), doktor bir öncüyü çağrıştırdı bana. Karakterlerin hepsinin üzerinde düşünerek kurmuştu olay örgüsünü yazar.
Eş zamanlı bir film seyrettim kitabı okurken, gerçi geçmişte de seyrettiğim bir filmi yeniden anmak istedim. İstanbul’a oğlumu yerleştirdim bu sene üniversiteye onunla beraber gezdik tanımaya çalıştık hayran kaldık. Beyoğlu’na gidecek fırsatımız olmadı bende hafızamdaki İstanbul’u diri tutmak adına “Dönersen Islık Çal”ı izledim. Beyoğlu’nun arka sokaklarında yaşamaya çalışan travesti ve cüceyi bir başka ötekiyi. Benim gördüğüm İstanbul’dan farklı olan öteki İstanbul’u. Sonrasında “İstanbul İstanbul”u okuyunca her şey tamamlandı zihnimde. Bir kenti iyi yapan şeyin insanların bakışından kaynaklandığını söylüyordu Küheylan dayı.
“Babam, İstanbul’un her her mevsim ayrı bir kent yarattığını, karanlıkta, karda ve siste başka kentler doğurduğunu söylerdi…Babamın kendi gördüğü kent ise hepsinden farklıydı. O zaman anladım demişti babam, kenti kent yapan insanın bakışıydı. Kötü bakanlar kenti kötüleştirir, güzel bakanlar onu güzelleştirirdi. Kentin değişmesi ve güzelleşmesi insanın değişip güzelleşmesine bağlıydı.” (Sayfa,223)
Bu bir kitap incelemesinden çok deneme olduysa da romanı öyle anlatmak istemedim ey okur!
Katman katman incecik bir ses gibi zarifçe gökyüzünde süzülen bir güvercin gibi gelip kalbime konuverdi roman. Onca kızgınlığın, onca kırgınlığın onca ötekileştirilip dünyayı zulme boğanlara karşılık çocuğa, kadına, hayvana, doğaya, ağaca her türlü ötekileştirilene (lgbt+, kürt, alevi, laz, ermeni, rum …) karşılık iyilik isteyenlerin tıpkı doktorun oğlunun dediği gibi:” Bu kent ne zaman sevdi ki evlatlarını? Kime şefkat gösterdi ki? Böyle söylediğim birgün oğlum,” Baba”demişti,” bizim işimiz sevgi dilenmek değil sevgiyi yaratmak. Bunun için çabalıyoruz” (sayfa;134)diyen bu güzel gençlerin sesini duyan var biliyorum. Dünya dönüyorsa onların sayesinde.
Kitabı kapattığımda bu can alıcı zulmün kaynağını bulmak, belki de çok geç kalmamak adına, iyiliğin gücü, umudun devam etmesi adına son söz en genç karaktere Demirtay’a verilmeli:
“Yeni bir Tanrı gerekiyorsa, insandan başka aday yoktu buna. Kudreti artıkça kendi gölgesi büyüdü ve gölgesine baktıkça iyiliği de unuttu. Ne yaptığının farkında değildi. İyiliğin yerine doğruyu, doğrunun yerine kâr /zarar hesabını koydu. İlk ateşin, ilk sözün ve ilk öpüşün anılarını belleğinden sildi. Geriye bir tek acı kaldı, insanın iyiliğini anımsatan. Onu da ilaçlarla dindirmeye çalıştı.” (Sayfa,143)
edebiyathaber.net (11 Ekim 2023)