“Rehavet Havası”, İletişim Yayınlarından çıkan yeni bir ilk kitap. Kitapta yer alan bütün öyküler yakın dönemde taşrada geçiyor. Deniz Arslan, muzip, rahat okunan ve insana dokunan bir sıcaklıkla anlatıyor hikâyelerini. Almanya’da yaşayan Arslan ile taşrayı, taşra edebiyatını ve yazar dünyasını konuştuk.
Hikâyelerin ortak özelliği hepsinin taşrada geçmesi ve sanki Ege ile Orta Anadolu arasında toplaşıyorlar gibi yanılıyor muyum?
Doğrudur, hikâyelerin çoğunda yer adı vermemiş olsam da, bilenler doğup büyüdüğüm şehir olan Uşak ve çevresinin izlerini bulacaklardır.
Taşra anlatılmıyor mu sizce? Bu soruyu şöyle de sorabilirim. Taşrada büyüyen bir gencin dünyası edebi olarak ilgi çekmiyor mu?
Anlatılmadığını söyleyemem. Aksine Türk edebiyatında taşrayı ve taşralılık halini deşeleyen birçok iyi kitap, bu konuyu hakkını vererek ele alan birçok yazar olduğunu biliyoruz. Keza son yıllarda sinemanın da taşra ve onun tahayyüllerine sıklıkla eğildiğini biliyoruz. Hatta kimi zaman bu temanın kabaca “taşra sıkıntısı” diyebileceğimiz bir varyantının biraz fazlaca çiğnendiğini bile düşünüyorum.
Hikâyelerde mizah ve sıcaklık var, Yeşilçam filmlerini veya kenar mahalleye özgü dayanışmacılığı, onunla ilgili bir samimiyeti hatırlatıyor. Bütün şehirlerin birbirine benzediği bir dünyada, taşrayı veya o küçük şehirleri hâlâ farklı kılan şey o kenar mahalleler mi sizce?
Bundan kaçmam mümkün olmayacak biliyorum ama bu hikâyeleri yazarken aklımda olan son şeylerden biri bir çeşit taşra romantizmini köpürtmek, onun üzerinden bir duyarlılık kanalı açmaktı. Bu bağlamda, taşranın ve onun kenar mahallelerinin romantize edilecek kadar farklı olduğunu düşünmüyorum. Ama bu mahallelerde zaman hissinin farklı algılanışı ve sınıfsal-mekânsal ayrışmanın şehirlere oranla daha az keskin olmasının kenar mahallelere bir cazibe ve sıcaklık kattığı doğrudur. En azından benim doğup büyüdüğüm yıllarda öyleydi.
At yarışları-futbol, çiğdem çitlemek, bira içmek, zamanın akışı, sıcak hava… Nedir Rehavet Havası’ndaki belirginleşen gündelik hayat rutinleri?
Kendi özel hikâyem bir yana, taşranın benim açımdan en ilgi çekici ve baştan çıkarıcı taraflarından biri zaman algısının farklılığı ve coğrafyanın tüm dokularında sezebileceğiniz o ahestelik hissidir. Dolayısıyla sözünü ettiğiniz rutinler de benim için bu ahesteliğin hem yapıtaşları, hem de sonuçları yerine geçiyor. Taşra sıkıcı bir yer elbette ve taşralının yaşam gailesi biraz da onu rutinler vasıtasıyla eğip bükerek bu can sıkıntısını bir nebze hafifletmek üzerine kurulu.
Edebiyatla ilişkinizi konuşalım isterim. Tarzınızı, hikâyeciliğinizi nasıl tanımlarsınız? Kendinizi ne tür hikâyelere ve yakınlara yakın hissediyorsunuz?
Ben içimdeki hikâye anlatma hevesinden yola çıkan bir adamım. Dolayısıyla, evet, karakterlerim gevezedir, çok konuşur, yerli yersiz her şeyi anlatmak isterler. Bu kitap özelinde derdim taşrayla hesaplaşmak değildi. Sadece taşrada büyüdüğüm için eteğimde biriken taşların ilk taksiti ister istemez taşrayla ilişkili olmak durumundaydı. İşin teknik tarafına ve üslûba dönecek olursak, sonunda okuru boylu boyunca yere seren hikâyeler değil de taşranın kendisi gibi durağan, yatağında akıp giden hikâyeler yazmaya çalışıyorum. Rehavet Havası’nda da, daha organik, süssüz ve içeriden bir ton tutturmaya çalıştım. Esinlendiğim yazarlar arasında Vüs’at O. Bener, Sait Faik, Yusuf Atılgan, Cemil Kavukçu, Anton Çehov ve Raymond Carver’ı sayabilirim.
Kitabın üretim süreci nasıl gelişti? Almanya’da yaşıyorsunuz bildiğim kadarıyla… Ne zaman başladınız kitaptaki hikâyeleri yazmaya…
Yaklaşık on yıldır Almanya’da yaşıyorum. Yanılmıyorsam ortaokul yıllarından beri bir şeyler karalıyorum ama bu kitaptaki bazı hikâyelerin temeli, Ankara’da işi gücü bırakıp sabahlara kadar kitap okuduğum ve kötü hikâyeler yazdığım üniversite yıllarında atıldı. Kitabı Berlin’de tamamladım. Buradaki hikâyeler zaman içinde omzumda birer yük haline gelmişti aslında ve başka sulara yelken açabilmek için onlardan bir şekilde kurtulmam gerekiyordu. Bu bakımdan, onları yazabilmek için, zihnen hiç kopamadığım taşradan fiziksel olarak uzak olmam gerekiyordu belki de…
Söyleşi: Serap Uğur – edebiyathaber.net (20 Mayıs 2015)