I
Günümüz hayvancılık sektörünü çok rahatlıkla bir fabrikaya benzetebiliriz. Bu fabrikalarda da çeşitli hammaddeler alınıp işleniyor ve ortaya insanların tüketmesi için “satın alınabilir” bir ürün çıkıyor.
Ortaya çıkan ürünlerin, diğer fabrikasyon ürünlerden temel farkı, bir zamanlar nefes alan, sevme, korkma, endişe duyma gibi duyguları olan ve tüm canlılar gibi ölmek istemeyen bir hammaddeden üretilmeleri.
Bu hammaddeler, onlarca nesildir gün yüzü görmüyorlar, doğal seçilim ve yapay takviyelerle oldukça kısa zamanda büyümeye programlanıyorlar, doğdukları andan itibaren daracık alanlarda yapay ışıkların altında yaşıyorlar, doğal olmayan kimyasal yemlerle besleniyorlar, normal koşullar altında sosyal canlılarken birbirlerinden bankolarla ayrılıyorlar ve yeterli kütleye ulaşınca da (çoğu işletmede) birbirlerinin gözü önünde boğazları kesilerek yaşamlarına son veriliyor.
Bu uygulamanın tek gerekçesi olarak da insan vücudu için hayati önem taşıyan protein ve B 12 vitaminine olan ihtiyacımız gösteriliyor. Oysa insan vücudu için ihtiyaç kabul edilen proteini ve B vitaminini bitkisel ürünlerden de kolaylıkla karşılamak mümkün. Bu sayede et ağırlıklı beslenmenin getirdiği diğer olumsuzluklardan da kurtulabileceğimizi kolaylıkla söyleyebiliriz.
Endüstriyel hayvancılığın beslenmemiz üzerindeki bir diğer etkisi de yenilen etler nedeniyle vücudumuza giren diğer zararlı maddeler. Bugün, endüstriyi karşısına alabilen her diyetisyen, marketlerde satılan et ürünlerinde önemli miktarda antibiyotik kalıntısı bulunduğunu kabul ediyor. Etler aracılığıyla hayvan yemlerinde bulunan GDO’lu içeriğin bünyemize girmesi de cabası. Etlerle vücudumuza giren katı yağların kalp damar sistemi üzerindeki etkileriyle otobur canlılara özgü uzun bağırsak yapısına sahip insanların etle beslenmeleri yüzünden bağırsak floralarında meydana gelen değişimleri de buraya dipnot olarak eklemek faydalı olacaktır.
Hayvancılık, dünyadaki kaynakların ekonomik kullanımı açısından da birçok olumsuzluk barındırıyor. Dünya genelinde, her yıl, yaklaşık olarak 756 milyon ton tahıl ve mısır hayvancılık sektöründe kullanılıyor. Bu miktardaki tahıl ürünü sayesinde bir buçuk milyar insan açlıktan kurtulabilir.
Ayrıca 1 kilo et 190 m2 alan ve en az 105.000 litre su gerektiriyor. 1 kilo soya fasulyesi ise sadece 16 m2 alan ve 9.000 litre su gerektiriyor. Yani 1 kilo et üretmek için kullanılan alan ve su ile 12 kilo soya fasulyesi veya 8,5 kilo mısır üretilebilir. Bu seçim çiftçiye ve dünyaya, 95.000 litrelik bir su kazancı sağlar.
Kısacası, etobur bir yaşam tarzı, hem dünya genelinde çiftliklerde yetiştirilen yüz milyonlarca canlının gördüğü muamele nedeniyle hem de etlerin artık doğal olmamaları ve üretimi sırasında kaynakların verimsiz kullanımına sebep olmaları nedeniyle artık pek de mantıklı değil.
II
Bu konuyla ilgili dünyada geniş bir literatür olmasına rağmen ülkemizde maalesef pek de geniş kaynaklara sahip değiliz.
Bu alanda ilk aklıma gelen kitaplar, Jonathan Safran Foer, Hayvan Yemek; Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi; Tom Regan, Kafesler Boşalsın; Gülgün Tuna, Hepimiz Aynı Gemideyiz; Gary L. Francione, Hayvan Haklarına Giriş; David Degrazia, Hayvan Hakları.
Bu kitaplara ek olarak da 2008 tarihli Food Matters isimli belgeseli sayabilirim.
Sayılan kitaplardan, Gülgün Tuna’nın kitabını ayrı tutarsak, geriye kalanların tamamının deneme ya da makale türünde olduklarını görebiliriz.
Yakın zamanda yukarıdaki kitaplara eklemlenebilecek oldukça başarılı bir roman yayımlandı: Michel Faber’den Derinin Altında.
III
Derinin Altında, tuhaf görünümlü bir kadının arabasına aldığı otostopçularla yaşadıklarını anlatan bir macera romanı gibi başlayan, fakat okudukça insan doğa ilişkisine dair uzun uzun düşünmemizi sağlayan oldukça farklı bir roman.
Roman boyunca olaylar, çoğunlukla başkahraman Isserley’in bakış açısından anlatılıyor. Isserley, gününün tamamını İskoçya’nın yollarında belirli fiziksel özelliklere sahip erkek otostopçuları arabasına alarak geçiriyor. Arabasına aldığı otostopçuları kısaca tanıdıktan sonra, arkasında kendilerini merak etmeyecek olanlarını seçerek bayıltıyor ve onları yaşadığı çiftliğe götürüyor.
Gerisini de düşünmüyor.
Roman bu yönüyle basit bir seri katil hikâyesi gibi görünse de aslında değil. Derinin Altında’yı okudukça bir yandan gizemli çiftlikte neler olduğunu öğreniyoruz diğer yandan da Isserley’in yaşadığı dönüşüme tanık oluyoruz.
Roman da bu noktadan sonra günümüzde geçen bir kara ütopyayla bilimkurgunun sınırlarına doğru kaymaya başlıyor.
IV
Derinin Altında’nın anlattıklarına daha fazla değinmek, romandaki gelişmelere dair açık vermeye sebep olacağından romanı anlatmayı burada kesmek en doğrusu olacaktır.
O nedenle Derinin Altında’yı okuyup ne yediğiyle ilgilenen kimi okurlar için J. S. Foer’in Hayvan Yemek kitabının yanında, Food Matters belgeselini ve yüreği kaldırabilenler için, “Animal Liberation Front” üyelerinin çektiği videoları tavsiye ederek yazıyı bitirmeyi daha uygun buluyorum.
NOT: Yazıda geçen rakamlar, http://www.yeryuzusakinleri.org/ isimli sitedeki yazılardan derlenmiştir.
NOT 2: Hayvanlar yalnızca besin endüstrisinde kullanılmıyorlar. Hayvan istismarının en fazla olduğu alanlardan birisi de deneyler.
Bu konuda yapılmış çarpıcı bir belgesel izlemek isteyenler için de 2011 tarihli Project Nim isimli filmi önerebilirim.
Onur Uludoğan – edebiyathaber.net (1 Temmuz 2013)