1844 Aralık.
Günbatımına daha birkaç saat olmasına rağmen, gri koca bulutlar aşağıda sisle birleşmiş görüşü iyice daraltmıştı. Böyle havalarda hiç uçmak istemem zaten.
Atlı arabanın arkasında irili ufaklı, çok kez kullanılmış sandıklara beşer onar tıkılmıştık. Altımızdaki kararmış küflü talaş, dışkı ve kurumuş kan kokusu ile birleşince bünyemizde morfin etkisi yaratmıştı. Bayılmamak için daracık hava deliklerinin birinden kafamı zorlukla dışarı uzatabilmiştim. Türüm, bir kafeste 40 yıl yaşayabileceği halde sadece 17 yıl doğada özgürce uçmayı yeğler. Hele de böyle bir şeyse..!
Arabacının bizi yarın sabah kasabada kurulacak pazara yetiştirmesi gerek. Aslında yola gündoğumunda çıkmayı planlamıştı. Fakat dün mola verdiğimiz handa, gece boyunca içmiş, arkadaşlarıyla oyuna dalmıştı. Öğle vakti müthiş bir baş ağrısıyla uyanmış ancak avluya hava almaya çıktığında tüm parasını, hatta atını, kumarda kaybettiğini hatırlamıştı. Bu saate kadar da kiralık beygir aramış sonunda zar zor yaşlı bir tane bulabilmişti.
Atcağızı arabaya sürerken göz göze geldik. Öndeki sandıklardan birindeydim. Ona saman verirken bana bakıp ‘bir daha asla!’ dedi. Perişan bir haldeydi. Beter olsun. Sandıkları bir halatla sabitlerken pis ağzında aynı lafı geveleyip durdu: ‘Bir daha asla!’. Son hazırlıkları yapıp da yola çıkana kadar ortalık karardı, akşamı buldu.
Varacağımız yer on iki saat uzaklıktaydı. Adam ayakta ‘Deh! Haydee!’ diye atı kırbaçlıyor, zavallı yaşlı şey acı içinde kişneyerek tüm kuvvetiyle dört nala koşuyordu. Epeydir yoldaydık . Kafamı tekrar içeri soktum. Nihayet sandıklara hızla dolan rüzgar, pis kokuları yalayıp yutmuş ortamın havasını bir nebze değiştirmişti. Arabacı oturağının hemen üstüne sabitlenmiş gaz lambasından buraya ışık süzülüyordu. Diğerleri soğuktan ve korkudan birbirlerine iyice sokulmuş haldeydi. Kimisi inliyor kimisi çaresizliğin farkında gözlerini kısmış öylece bekliyordu. Güzel tüylerinin o asil karalığı kaybolmuştu. Gagalar tek kırıntıya hasret mideler gurul guruldu. Geceyarısına doğru başlayan yağmur sert rüzgarla işbirliği yapıp hava deliklerinden içeri sızmaya başlamıştı. Daha fazla dayanamayıp kafamı tekrar dışarı çıkarttım.
Meymenetsiz, şarap matarasını kafasına dikmiş: ‘Ah aptal Edgar! Kumar başını yaktı senin. Tüm paranı ve atını kaybettiğin gibi şu uğursuz kuşları satıp borcunu ödemezsen güzel kadının asla seni affetmeyecek, ihtimal terkedecek! Ah bir daha asla! Bir daha asla!’ diye söylenip küfürler savuruyor takatsiz ata vurdukça vuruyordu.
Yağmur iyiden iyiye şiddetini arttırmıştı. Ancak bir arabanın geçebileceği taşlı çamurlu yolda sarsılarak ilerliyorduk. ‘Bir daha asla! Bir daha asla.’ Sağlı sollu dikenli çalıları, kozalakları etrafa saçılmış çam ağaçlarını zar zor seçebiliyordum. Her an fırlayacak gibi olan tekerleklerin takır tukur sesi adamın bağırışları ile karışıp ormanda yankılanıyordu. Dışarıda tek canlı yoktu, hoş bu gürültüyü duyan çoktan kaçıp kovuğuna, inine sığınmış olmalıydı.
Sonra olan oldu tabi! Kör herif koca bir ağacın yola devrilmiş olduğunu göremedi! At zaten yorgunluktan ve açlıktan ölmek üzereydi ki ağaca toslamasıyla bu çok daha çabuk gerçekleşti. ‘Birdahaasla. Birdahaasla!’
Araba yana devrilmişti. Sandıklar sağa sola dağılmış, birçoğu çarpmanın etkisiyle parçalanmıştı. Onlardan biri benimkiydi. Ne olur ne olmaz diye bir süre ölü takliti yaptım…
Gözlerimi açtığımda arabacının hayvanın altında çoktan belasını bulduğunu farkettim, üzülmedim değil üzüldüm… Ama daha çok ata ve etrafa saçılmış birkaç kuzguncuğa!
Kanatlarımı gerip hızla uzaklaştım. ‘Birdahaasla. Birdahaasla.’
Az sonra fırtına dinmişti. Kurtulanlar ne yaptıki, hepsi bir yana mı kaçmıştı? Biz kuzgunlar yalnızlığı sevmeyiz. Özellikle de ben. Onları teker teker bulmalıyım. Birdahaasla. Birdahaasla! Yalnız gücümü toplamalıydım. Sabah olmamıştı henüz. Fakat hava açmıştı. Ay gökyüzünde devleşmiş, ormanı aydınlatıyordu. Uluma sesleri, cırcır böceği ötüşleri duyuluyordu. Toprak ve çam kokusu beni biraz olsun rahatlatmıştı. Çok açtım ama yiyecek arayacak durumda değildim. Gözüme kestirdiğim yüksekçe bir dala tünedim. Uyumak üzereydim ki… Ağaçların ötesinde, kayalık bir tepe üzerinde, kırık dökük, yerden kıvrıla kıvrıla ay ışığına uzanan; normal bir kuş için kasvetli, dahası ürperteci, hatta korkunç o şatoyu gördüm. Tabi ya! Sevinçle gagamı açıp ötüverdim.
Tüm hızımla oraya uçtum.
Dışarıda çıt yoktu. Ne bir kanat sesi ne bir yaşam belirtisi… Kuvvetle muhtemel içeridelerdir diye düşündüm. Bahçeden kanatlanıp yüz yıllık ahşap kapıya kondum. Gagamla şöyle bir tıklattım. Cık. Bir an söz işittim gibi oldu… Bir hareket yok. Az yukarı başımı çevirdim de kepenkli pencereyi farkettim: Oradan girebilirdim belki. Tam bu sırada aşağıda kapı aralandı, kapandı. Neden sonra önümdeki kepenk açıldı.
O da ne? Bu adamın hali ne böyle! Biz kuzgunlar çok meraklıyızdır. Pırr diye içeri uçuverdim ve bir büstün üzerine konuverdim.
Adam meğerse benden bahsediyordu. Önce bir dalga geçer oldu, sanırım ciddiyetimi görünce derdini anlatmaya koyuldu.
Dinledim. Dinlediğim en garip ama en içten; en yaslı hem de en derin insandı. Aşıktı ve de yalnızdı. Sanki ölüyordu…
O konuştukça konuştu. Ben ise son zamanlarda kuş beynimde kalan tek sözcük ‘bir daha asla!’ olduğundan başka bir şey diyemedim.
Ah. Diyebilseydim: Boşver Poe.
Mehmet Bar – edebiyathaber.net (24 Ekim 2015)