Her ne kadar yapıtın, özellikle öykünün dili için okunduğu iddia edilse de -kabul edersiniz ki birçok okur ve yazar ‘yapıtın dili önceliğimizdir’ sözün arkasında dururlar, bununla da dudaklarının kenarıyla anlatılan hikâyenin konusuyla veya neyi anlattığıyla ilgilenmediklerini, asıl ilgilendikleri şeyin yapıtın dili, anlatım biçimi olduğuna dair bir anlam vermeye çalışırlar, tabii bu ‘anlatım biçimi’ ile kast edilen şey geniş bir kavram, içinde birçok anlamı barındırdığı gibi ipin ucu her tarafa da çekilebilir- bazı yapıtlar aksini söyler. Kendi adıma söyleyebilirim ki birçok yapıtın anlatım dilinin ya da üslup denilen tarafının yanı sıra asıl odak noktasının kendi zamanı olduğunu düşünmeden duramam. Konusu ister gelecekte ister geçmişte geçmiş olsun hikâyenin aslında tamda yazıldığı dönemi yansıttığını hissederim. Bunun yanı sıra fantastik veya gotik yapıtların da yine benzer şekilde gün yüze çıktığı dönemle ilgili olduğunu varsayarım.
Zira biz Büyük İskender’in nasıl düşündüğünü, nasıl yemek yediğini, nasıl hareket ettiğini ya da nasıl geğirdiğini aslında bilmeyiz. Elimizdeki tüm kaynaklar kısıtlıdır ve doğal olarak Büyük İskender ile ilgili kurgusal bir yapıt hazırlandığında bu yapıt tamda yazıldığı dönemle ilgili olmak zorundadır, yani mesaj doğrudan çıktığı döneme aittir. Burada yapıtın illâki bir mesaj taşıması zorunluluğu olduğunu söylemiyorum, hatta buna kişisel olarak tamamen karşı çıkıyorum, ama yapıt çıktığı dönemin ipuçlarını taşır, taşımak zorundadır; çünkü yaratıcısının zamanı ve dönemi kısıtlıdır; hatta bununla da yetinmez döneminin bir tür manzarasını bile sunar, tabii bu manzara her zaman göze hoş gözükmeyebilir.
Çehov’un olgunluk dönemi öykülerinden olan Köylüler’i yakın zamanda okudum. Çehov’u tabii ki sırf anlatım dili için bile okurum, ancak bu öykü bir dönemin insanlarının yaşadıklarını öyle bariz bir biçimde tarif eder ki en katı yürekli okur bile o dönemi görür ve sarsılır. Elbette, yüzyıl önce yazılmış bir öyküden okur bugün sarsılıyorsa ve ta oraya kadar gidiyorsa ve yarın yine sarsılacaksa bunun bir nedeni de öykünün insanın en derin hislerini gözler önüne sermesindeki çabası ve başarısıdır. Ama bunun tamamını öykünün diline bağlamamalıyız.
“Gerek kışın, gerekse yazın, köylülerin koyunlarından daha kötü yaşadıkları zamanlar olurdu. Onlarla yan yana yaşamak ürküntü verici bir şeydi. Çünkü kabaydılar, yalancıydılar, pis ve sarhoştular; birbirlerini saymazlar, karşılıklı korku ve kuşku içinde yaşarlar, bu yüzden de durmadan kavga ederlerdi. Meyhaneler açıp köylülere içki içiren kimdi? Köylü. Devlete, okula, kiliseye ait paraları kim çarçur eder, içkiye yatırırdı? Köylü. Bir şişe votka için komşusunun malını çalan, kundakçılık, yalancı tanıklık yapan kimdi? Köylü. Çiftçiler Birliği’nin, öteki kuruluşların toplantılarında köylülerin karşısına çıkan kimdi? Gene köylü. Evet, onlarla birlikte yaşamak insana ürküntü veriyordu, ama onlar da bizim gibi insandı: Ağlıyorlar, acı çekiyorlardı. Ve bu düşkünlüklerinde onları haklı bulmamak elden gelmiyordu. Ağır çalışma koşulları altında bütün gece kemikleri sızlar, kışlar sert geçer, ürünler yetersizdir. Tek göz damları zamanla dar gelmeye başlar, kimseden yardım görmezler, üstelik buna umutları da yoktur. Durumları iyice olanlar ise yardım eli uzatmazlar, çünkü onlar da kabadır, kaypaktır, sarhoştur; onların da ağzı bozuktur. En ufak bir memur ya da ağa kâhyası köylüyü karşısında serseri gibi görür; hakkı varmış gibi, köye yalnız hor görmek, yağmalamak, gözdağı vermek için yığın yığın gelen açgözlü, çıkarcı, ahlak düşkünü, aylak insanlardan ne gibi bir yardım, nasıl bir iyi örnek olabilir?”
Öykünün konusuna bakarsak, Nikolay ölümcül hastalığının son aşamasındadır, bir nevi bakım hastasıdır. Küçük kızı ve genç karısıyla birlikte yıllardır yaşadıkları Moskova’yı terk etmek zorundadırlar. Nikolay doğup büyüdüğü köye gelir, hem köy hem de orada yaşayan akrabaları sefalet içindedirler. Çocuklar geceleri çoğu zaman aç uyurlar, kadınlar ise ağırdaki samanların üzerine uzanırlar. Erkeklerin durumu da pek iç acıcı değildir zaten, elde avuçta hiç para yoktur, olanı da bu sefil yaşamlarını bir an olsun unutmak için alkole yatırırlar.
Elbette ki her öykünün bir anlatım dili olmak zorundadır, yine de yazar her ne kadar karşı çıksa da yaşadığı dönemin-zamanın sahip olduğu özelliklerinin dışına çıkamaz. Nietzsche’yi ya da Dostoyevski’yi bugün de okuyabildiğimiz gibi, yarınlar da okuyabilir, fakat bu iki yazarın aslında kendi dönemlerini yansıttığını yok sayamayız. Elbette kendimize ait bir şeyler buluruz, sonuçta insan türü bakımından değerlendirildiğinde hâlâ aynı forma sahibiz. Nitekim eskiyi sırf meraktan dolayı da okuyabiliriz, tabii bu da başka bir konu.
Yani demek istediğim öykü -buna roman da dâhildir-, dilinin verdiği edebi estetiğin yanı sıra bir dönemin ve coğrafyanın insanının yaşadıklarını anlattığı gerçeğini de her bölümde ortaya koyar, evet genellikle bunu yapar. Bu da bizi şu sonuca götürür: Dil önemlidir elbette, ancak bu dilin anlattığı hikâye de yok sayılamaz.
Kaynak: Anton Çehov, Bütün Öyküleri-Cilt 8, Çeviri: Mehmet Özgül, Cem Yayınları
Sedat Sezgin – edebiyathaber.net (23 Mart 2021)