1. Hangi Göz Taşır Seni
Yazamayınca sen, söz’e dönüyorum ben de ister istemez. Bir imgeye tutunurcasına yürüyorum. Uçlara gitmeyi sevmemden değil, insana kavuşmak istememden bu bakışımlı yolculuk. Evet, adını yolculuk koymalı bunun.
2. Buluşunca
Anlamıştım, buluşunca da bunun böyle bir sıcaklık içereceğini. Ama hâlâ şaşırtanın ne olduğunu düşünüyorum, aramızda bekleyenin neleri içerdiğini.
3. Geçitteki
Geçitteki ne söz, ne düş, ne de bir bakış; aslında birbirine doğru yürüyen insandır. Kendi sesini de, sözünü de işte o geçitte kuran.
Hadi yürüyelim, ürkmeye gerek yok.
4. Bakışlara Sinen
Bir yazıya başlamışken, şu sözü çıktı karşıma Marguerite Yourcenar’ın: “Dostluk, her şeyden önce, inandır; onu seviden ayıran budur. Ayrıca, saygıdır. Başka bir varlığın her şeyiyle kabul edilmesidir.”
Bu yolculuğun ilkten bakışlara sinen yanı da bu. Hadi yürüyelim o zaman!
5. Sesin Çağrısı
Gene dönüyorum Yourcenar’a. Bir öyküme epigraf yapmıştım şu sözünü: “ Nereye kaçıp gideyim! Dünyayı dolduruyorsun. Senden ancak sendeyken kaçabilirim.”
Her dem bir sesin çağrısı gibidir bu bana, beklenen ses/yüz ve söz’ün.
6. Gözdür Taşıyan
Evet göz’ün yolculuğundayız seninle şimdi. Ten çağırırsa eğer, ateşlere düşeceğimiz kesin.
7. Tarçın Kokusu
Yağmur vardı İstanbul’da. Sabah ki uyanışımda aklıma düşen, tarçın kokulu pastaların yapıldığı bir mekânda oturup okuyup yazmaktı.
Yola çıkınca öyle de yaptım.
Nicedir gözüme kestirdiğim Backhaus’a ulaştım. Kahverengi ahşap masa, gene aynı renkten deri koltukların olduğu köşede, dışarısını seyre alan kuytulukta kendime yer açtım. Daha ilk adımda yüzünüze çarpan pasta kokularını ayrımlayabilmek için, birinin tadına bakmanız gerekirdi. Oburluk etmeden bir dilim tarçınlı kek, bir fincan filtre kahve istedim.
Marcel Proust’un denemelerini okuyordum. Zaman, bellek, geçmiş/şimdi/gelecek üzerine düşünürken; güzellik imgesinin bizdeki yansısının içduyumumuzu nasıl algına çevirdiğini hissettiren, yeniden bu konuda bir şeyler yazmaya beni yönelten şu satırlarına rastladım onun:
“Güzellik hayal ettiğimiz şeyin doruğu, gözümüzün önündeki soyut bir tip değil, aksine, gerçeğin bize sunduğu, hayal edilmesi imkânsız, yeni bir tiptir.”
Bu anlamda, karşımıza çıkan her yeni’ye bakışımız, bizde, yeni bir imge yarattığı gibi, duyumumuzda da farklı algı kapıları açmaktadır… Ona gitmek, tanımak, söze durmak aşkınlık yoludur. Aşk değildir asla! Aşk, dokunmak/yaşamak tüketmek-tükenmek ister. Aşkınlık hali birbirini görmeyi/gör(e)memeyi, hissetmeyi, taşımayı, taşmayı önceler…
Benim sana söylemek istediğim de biraz buydu bugün.
“Benim beklentilerim, anladığım, kafamdakiler çok farklı,” demiş, “kıyıda olmak” istemediğinden söz etmiştin.
Kıyısızlık da bir dildir, anlamdır, geçmişten kopamamak, şimdiye dönüp bakamamak, başka bir dil aramaktır…
8. Senin Değişken Duruşun
Sözün kırılma noktası, bazen, keder atına bindirir insanı. Sonrası tufan, çığlık… Sesini yitirme kıyısından/ummanından geçerken, dil başkalaşıverir birden. Musa’nın asası olmasa da söz, zaman yarıntılarına bırakır sizi gene de…
Proust’la sürerken yolum, onun aynasına bakarak geçiyorum ister istemez.
Hazlar, düzenler, içlenişlerle örülü bir dünyanın dilinin nasıl kurulduğuna bakarım onda.
Gitmeyen biridir Proust! Düş imgelemiyle her nesnenin hatırlattığı dünya onun geçmişle bağının, hatırlayışlarının, anı ötesi yaşanmışlıkların (ya da tasavvur edişlerin) yansılarını içerir.
Proust’un belleği yazmak için öğreticidir. Onun göstergelerle örülü dünyasına dönerken, sendeki başkalığa/değişkenliğe bakıyordum biraz. Onda imgesel olan, sende(n yansıyan) bir gerçeklikti benim için. Onun hatırlayarak var ettiği bir dünyanın im’i olan güzellik; şimdi, karşımda konuşarak, dile gelerek kendi gerçekliğinin yansılarını getiriyordu bana.
9. Issızlığındasın
Gözlerindeki keder, diye düşünmüştün. Gecenin nemli sokaklarından geçerken.
Bizans eskisi bir yerdi. İnsanlar unutmuşlardı kendilerini. Her yer delik deşikti, küf, pas, kir ve bırakılmışlık kokuyordu.
Adsızlaştırılmış bir zamandaydınız.
“Şimdi her şeyi dökmek lazım,” demişti genç kadın. Dans için açılan alana dönüp kendinden geçmişti. Yıllardır unuttuğun bir tadı taşımıştı sana yudumladığın votka. Yüzünü buruşturarak, ürkercesine gelmişti hatırlanan.
“İnsan ya hayrandır sana ya da düşman,” aklına bir yerden düşmüştü gene Şair’in Rubaileri. Ezberinde tuttuğunu fısıldayacağın göz çok uzaklardaydı. “Sevme beni,” diyen bakışlarındaydın oysa.
Söz aranızda ıssızlığın uçurumunda bekliyordu.
Dans ettiğin kadına dönmüştün. Gözlerini değdireceği, dokundukça haz alacağı genç kadını bulmuştu. Onların cilveleşmeleriyle unutturmuştun kendini.
Kalkıp Neve Şalom Sokağı’na doğru yürümüştün. Oradaki senin iki zamanını hatırlamıştın. Bir ödül töreni için yaptığın konuşma ânı, bir de canhıraş çığlıkları duyup katliama tanık olduğun ân.
O sözler, seslerin uğultusu kulaklarındaydı şimdi. Dönüp arkana bakmıştın, o ışıklandırılmış Kule’nin nasıl işgal edildiği düşmüştü aklına. Bu kent nasıl yağmalanmış, talan edilmişti.
Yağma bugün de sürüyordu. Aidiyetsizlik vardı her yanda. Yıkıntılar, yok etmeler; kendinden olmayan bir dünyanın yok edilme hıncı yansıyordu taşlara, camlara, hatta toprağa.
Bir yerlerdeki ağrıya sızıya dönüyordun hep. İçinde yağmalanmasını istemediğin duyguların fanusunu sırlı bir masal imgesi gibi taşıyıp duruyordun. Nereye kadar bu koruma, bir soru aklı bile değildi sende. Hep içdenizlerdeydin çünkü, kendi ada’nda.
Bir başka ses karşılıyordu seni. Oysa sen kendi sözlerin, kendi sesindeydin şimdi:
gitme, öldürürler seni de çocuk;
dert edindiğin bir küçük keder,
etme çocuk, bahçesiz gülüş
sitemsiz söz olur mu;
varma çocuk, kıyarlar sana;
demedim mi, bakışsız kal,
ıssızlığını seç, unut kederlenmeyi;
gitme çocuk, bekliyorlar seni
sokak başında ecel celâlileri.
08.07.2017
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (10 Kasım 2020)