Söyleşi: Serkan Parlak
Dilek Karaaslan’la Edisyon Kitap’tan çıkan ilk öykü kitabı “Tatlı Bir Şey Yok mu?” hakkında konuştuk.
Dilek Hanım; atölyeler, dergiler, yoğun çalışmalar derken sonunda ilk öykü kitabınız yayımlandı. Bu yolculuğu bir de sizden dinleyelim ve sizi biraz tanıyalım.
Gerçekten bir yolculuk bu, nereye gideceğini, nerede, nasıl biteceğini bilmediğiniz ama bitmesini istemediğiniz bir macera. 2014 yılından bu tarafa yazıyorum ve yazdıklarıma yönelik okuyorum. Tabii farklı konulardan okumalar da yapıyorum ama her iki tarafta seçiciyim artık. Bu yolculuğun bana en büyük yararı okuma melekemi geliştirmesi, neyi, neden okumam gerektiğini öğrenmem oldu diyebilirim. Öykülerle birlikte çok sık olmasa da kitap, film incelemeleri de yazmaya başladım. Okuduklarımı eleştirel bakış açısıyla okumanın çok yararını gördüm. Sonra yarışmalar, dergilerde öykü yayımlatma, yayınevlerine gönderme, defalarca aldığım red cevabı ve en sonunda basılma süreci derken ilk kitabıma biraz geç de olsa kavuştum.
Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da sizin öykülerinize başlarken ilham kaynaklarınız nelerdir? Bu soruyla ilişkili olarak şunu da sormak isterim, öykülerinizin taslaklarını nasıl oluşturuyor ve geliştiriyorsunuz?
Yazmak için daha çok okumanın, ince işçiliğin ve iyi bir gözlemin gerekliliğine inananlardanım. Bütün kurguların bir ölçüde gördüğümüz, bildiğimiz dünyadan, yaşadıklarımızdan ya da bize hikâye edilenlerden esinlendiği konusunda sanırım hepimiz hemfikiriz. Bana göre bütünüyle kurgu mümkün değil. Bir şey eğer hikâye edilmişse, içeriği ne olursa olsun, o evrenin bir yerinde, farklı bir zamanda da olsa mutlaka yaşanmıştır, bilinçaltımızda kayıtlıdır diye düşünüyorum. Biraz esin, biraz kurgu, bolca yaşanmışlık ve elbette bolca okuma. Esinleneceğimiz yerleri bize gösteren daha çeşitli, nitelikli ve bolca okumalar yapmak. Neden derseniz, metropollerde yaşayan insanlar olarak her birimizin hikâyesi birbirine benzer ve sıkıcı. Öyleyse farklı insanları ya da küçük ama farklı detayları, farklı yaşamları yakalayıp hikâyeleştirmek lazım. Başka ülkelerde veya kendi ülkemizde uzak bir şehirde, uzak bir mahalledeki insanların hikâyelerini öğrenmek, üstüne yazacak farklı konular, fikirler bulabilmek için onlara ilişkin yazılanları okumak. Kendi taslaklarım için önceliğim okumak, film izlemek ve bolca gözlem yapmak diyebilirim. Şehrin farklı semtlerine gitmeyi, beni kimsenin tanımadığı bir kahvede, kafede oturup insanları izlemeyi çok severim. Aklıma gelen fikirleri not aldığım bir defter taşıyorum yanımda. Defterim yanımda değilse cep telefonuma not alırım. Bu notları mutlaka daha sonra defterimin ayrı sayfalarına yazar, onlara eklenebilecek yeni notları altlarına eklerim. Bu notlardan çıkabilecek öykülere dair ana fikirleri yazarım. Üzerinde düşündükçe arkası kendiliğinden gelir sonra. Bu notları almazsam kafamdakileri birkaç saat ya da en fazla bir gün içinde unutur giderim.
Öykülerinizin merkezinde kadınlar var. Türlü kadınlık halleri, bireysel-toplumsal çatışmalar, hayal kırıklıkları, acılar ve direniş… Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor; mekânlar, atmosfer, diyaloglar ve özellikle öykü kişileri söz konusu olduğunda.
Belki biraz eski bir anlayış olarak görülebilir ama ben öykü kişilerinin yer aldığı sahneleri tanımlamaya çok önem veriyorum. Okurun, kafamda tasarladığım sahneyle, öykü kahramanını bağdaştırmasını ve zihnindeki gerçeklik algısının doğru oturmasını istiyorum. Kahraman ya da anlatıcı ile yazarın aynı kişi olmadığını bilerek okumasını arzu ediyorum. Okurun kendisini en az bir kahramanla özdeşleştirmesi ya da nefret etmesi ve hikâyeye dahil olması fikrini de seviyorum. Gereksiz diyaloglardan kaçınmaya çalışıyorum. Her bir diyaloğun ya da sözcüğün öykünün akışına hizmet etmiyorsa yazılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Öykülerimde yalnızca kadınları yazmak gibi bir fikirle yola çıkmamıştım ama yazdıklarımın hep buraya çıktığını gördüm.
Kişilerin duygu, davranış ve diyaloglarının mekânla ilişkisinden hareketle atmosferin oluştuğunu ve öyküde atmosferin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ne dersiniz?
Ben de böyle düşünüyorum. Atmosferden bağımsız yazılan öyküler bence aynı tadı vermiyor. Kahramanlar zaman ve mekândan bağımsız uzay boşluğunda yüzüyormuş gibi geliyor, bu tarz öyküler bende bu duyguyu uyandırıyor. Tabii gereksiz ayrıntıları kast etmiyorum. Bir öyküyü okurken, mekandaki nesneleri, koltuğu, kanepeyi, kişilerin üzerindeki kıyafetleri, ne yiyip içtiklerini, mimiklerini, jestlerini görebilirsek kafamızda o sahne belirir. İyi öyküler bize bunları gösterir, o duyguları yaşatır, anlatmaz.
Sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu, son dönemde ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları, aile ve yabancılaşma mesela?
Her dönemin kendine has konuları, izlekleri, hikâyelerini de beraberinde geliştiriyor. Son dönemde belki pandeminin de etkisiyle hep şehirli öyküler, şehirli kadınlar, erkekler ve onların sıkışma öyküleri anlatılıyor. Öyküler, doğadan, hayvandan, bitkiden, mahalle yaşamından bile kopuk, yalnızca kalabalık metropollerin ya da gettolaşmış semtlerin, binaların içinde yaşanıyor. Doğadan, hayvandan, bağlamından koparılıp dekor unsuru gibi kurguya yerleştirilen öykü bireyleri haliyle yabancılaşmayı yaşayan kahramanlara dönüşüyor. Bu da tekdüzeliği getiriyor elbette. Bunun çaresi yine okumak, daha çok ve nitelikli okumalar yaparak, filmler izleyerek zihnimizi farklı konulara yöneltmek diye düşünüyorum.
Dergiler, dijital mecralar, sosyal medya, filmler… Yazarların, yayıncılığın ve okur kitlesinin geldiği son noktayı da göz önünde bulundurarak sizin hem dünya genelinde hem de Türkiye özelinde öykü türünün bugününü ve gelecekte neler olabileceğini değerlendirmenizi istesem…
Artık insanların neyi bilmek istiyorlarsa anında haberdar olabilecekleri farklı bir dünyada yaşıyoruz. Benim ne çocukluğumda ne ilk gençliğimde gördüğüm bir dünya bu. Bahsettiğiniz bütün mecralar nitelikli edebiyata ulaşma konusunda sunduğu kolaylığın içinde sakıncalarını da barındırıyor. Okumaya hevesi olan, okumayı bir yaşam biçimi haline getiren insanlar için bunlar seçici bir kolaylığa dönüşürken asıl tehlike okumayanları ya da çok az okuyanları bekliyor. Çeşitli dijital mecralarca, metrolar, trenler ya da koşturmacalar arasında bir iki dakikada okunup bitirilmesi için düşünülmüş, hap şeklinde getirilmiş öykülerin genel bir beğeni düzeyine ulaşması ve edebi beğeni çıtasını aşağıya çekmesinden bahsediyorum. İyi okur zaten aradaki farkı bilir okumasını ona göre yapar. Ama okumayan ya da buna vakit bulamayanların bir şekilde dünyadaki önemli öykücü ve öyküleri ıskalama olasılığı var. Bu durumda en iyi öykücülerin seçkilerini okumak bile kestirme bir çözüm olabilir. Değilse, benzer konular, aynı kalıplarla yazılmış birbirini tekrarlayan öyküleri aşamayız. Dergilerse bu işin olmazsa olmazı. Oralarda genç yazarların gönderdiği yüzlerce öykünün içinden o derginin kriterlerince seçilen en iyi örnekler, ünlü yazarların en güzel öyküleriyle birlikte yer alıyor. Öykü nedense ülkemizde çok önemsenmiyor. Roman daha ön planda. Dünyada böyle değil elbette. Ben kendi adıma öyküyü hem yazma hem okuma anlamında romana tercih ederim. Ülkemizde ve dünyada her gecen yıl daha fazla öykü kitabı basılıyor ve ben bunu önemsiyorum. Bir yandan okuma alışkanlıklarının zayıfladığını görüp üzülürken öte yandan iyi öykü kitaplarının artarak basılmasından yola çıkarak, gençlerin daha çok ve kaliteli okumalar yaptığını ve öyküyü önemsediklerini görüp umutlanıyorum.
Dilek Hanım, son dönemde neler okudunuz, neler yazıyorsunuz?
Öykü ve kitap incelemesi yazmaya devam ediyorum. Bir de kısa roman taslağım var. Ama onun biraz daha zamanı var. Bu sene çeşitli nedenlerden en az okuyabildiğim sene oldu diyebilirim. Ama ne yapıp edip genç (yazmaya yeni başlamış anlamında) yazarların, özellikle çağdaşım veya arkadaşım tüm yazarların yeni öykü kitaplarını mutlaka okuyorum. Dünya edebiyatındaki önemli öykücüleri okuyorum. Son okuduklarıma birkaç örnek vermek gerekirse; Ethem Baran, Bozkırın Uzak Bahçeleri, Kadri Öztopçu, tüm öykü kitaplarını yeniden ve yeniden. Gamze Efe, Yine de Bir Şansımız Olmalı, Eser Kuru, Olasılıklar Kıyısı, Ekin Kadir Selçuk, Gençlik Güzel Şey, Deniz Eldam, Bunu Kimseye Anlatma, Kadire Bozkurt, Buzkandilleri, Murat Özyaşar, Ayna Çarpması. Dünyadan, Thomas Mann, Yol Hikayeleri, Marquez, On iki Gezici Öykü, Samanta Schweblin, Ağızdaki Kuşlar, Zambra, Okumamak. Zambra, Ralf Rotmann, Claire Keegan ve Rachel Seiffert’in öykü kitaplarını tekrar tekrar okuyorum. Kütüphanemde sırada bekleyen daha pek çok önemli kitabım var. Tek istediğim biraz daha boş zaman.
edebiyathaber.net (16 Ağustos 2022)