Dilek Karen’in yazdığı “Tao’nun Gözyaşları”, bir bilinmezin içinde yaşayan Tao’nun, geçirdiği ağır bir travma sonrası yollara düşmesini ve bu yolculukta kendi de dahil her şeye karşı değişen bakışını anlatıyor.
Dilek Karen, Karakarga Yayınları’ndan çıkan ilk kitabı “Tao’nun Gözyaşları”nda, yerin yerinden oynadığı bir dünyada sevgiye muhtaç halde hayatını başkalarına göre sürdüren fare Tao’nun arkadaşlarından birinin ölümüyle sarsılarak çıktığı kendini keşfetme yolunu anlatıyor. Meditasyon, müzik, heykel gibi birçok alanda yetkinliği bulunan Dilek Karen’le yazma sürecini, “yolda olmayı”, bize kendimize baktığımızda gördüğümüzden çok fazlasını aramamızı salık veren Tao’nun hikâyesini konuştuk.
Yazma sürecinize geçmeden önce kimleri, neleri okurdunuz? Önce buradan başlamak isterim…
Son dönemde okuduğum ve başucumda birikmiş olan kitaplar Sabahattin Ali, Barış Bıçakçı, Alper Canıgüz, İlhami Algör, Gaye Boralıoğlu, Aylin Balboa romanları, psikoloji, doğu felsefesi ve bazı ilgimi çeken medeniyetlere dair kitaplar… Ve her dönemde sanatımın, yaşamımın baş ucunda duran Sohrab Sepehri’nin “Suyun Ayak Sesi” kitabı… Sohrab, Tao’nun Gözyaşları’nda da bir karaktere ismini verdi ve birkaç dizesi kitapta yer aldı. Sohrab Sepehri ve Suyun Ayak Sesi şiiri, ilk okuduğumdan bu yana dönüp dolaşıp kendimi onda bulduğum ve sanatımda, yaşamımda varmak, en azından yaklaşmak istediğim bir duygunun, bir halin karşılığı benim için. Ne zaman bir çalışma sırasında tıkandığımı hissetsem bu şiirini açıp okur ve mutlaka o an ihtiyacım olan neyse bulup, çalışmama devam ederim. Sohrab’la tanıştığım günden bugüne dek ürettiğim ne varsa -görünür ya da görünmez- içinden mutlaka Sohrab’ın dizeleri geçmiştir ve geçecektir de.
Heykelden müziğe, şana, yogadan meditasyona kadar birçok alanda eğitim almışsınız. Ve zaten bir sanatçısınız. Edebiyat tüm bunlar arasında nerede duruyor?
20 yıldan uzun zamandır birçok alanıyla sanat ve meditasyon yaşamımda ve aslında hepsi aynı yerde duruyor. Aynı yerden beslenip, aynı şeye hizmet ediyor. Dönem dönem bir sanat dalı diğerlerinin önüne geçiyor ve o dönemde tüm üretimim o sanatın malzemeleriyle oluyor, fakat ne malzeme kullanırsam kullanayım veya hangi alanda çalışıp üretiyor olursam olayım, bir diğerine geçtiğimde bir önceki çalışmalarımda aldığım yol üzerinden, yolun bıraktığım yerinden devam ettiğimi fark ediyorum. Meditasyonum sanatımı, sanatım meditasyonumu ve her ikisi olduğum kişiyi oluşturuyor ve dönüştürüyor. Edebiyat, yaşam çemberimin tam ortasında şeffaf ve geçirgen bir formda, müzikle, resimle, heykelle, seramikle ve hatta meditasyonla üst üste, iç içe duruyor ve diğer hepsiyle birlikte çemberin kalan yerlerine nüfus ederek yaşamdan aldığım nefesi ve lezzeti oluşturuyor.
“Tao’nun Gözyaşları”ndan önce başka şeyler yazıyor muydunuz?
Kendimi bildim bileli yazıyorum. Küçük hikâyeler, şiir denemeleri, şarkı sözleri… Fakat başı ve sonu belli olan ilk uzun yazı çalışmam, sanıyorum 12-13 yıl önce yazdığım bir tiyatro oyunu olmuştu. Yazdığım bu metni seneler sonra yeniden ele aldım ve romana dönüştürdüm. Belki zamanı gelince getirdiğim son halini bir kez daha ele alabilir ve hâlâ içime sinen bir hikâye ve anlatım olduğunu düşünürsem, yayımlamayı planlayabilirim.
“Tao’nun Gözyaşları” ilk başta bir çocuk-ilk gençlik romanı olarak algılanıyor. Her yaş grubuna hitap ediyor o ayrı mesele. Bu algının oluşmasında kuşkusuz hikâyenizi hayvanlar üzerinden anlatmanızın etkisi var. Neden bu yöntemi seçtiniz?
Hayatımın bazı dönemlerinde sabahın çok erken saatlerinde kendiliğinden uyanmaya başlar ve böyle zamanlarda evde duramaz, dışarı çıkma, doğanın içinde olma ve yürüme ihtiyacı duyarım. Yürüyüşlerim sonrasında eve döndüğümdeyse bilinç akışı yazmaya başlarım. Tao’nun Gözyaşları da böyle bir sabah yürüyüşünün ardından, bilinç akışı yazma çalışmam sonucunda ortaya çıkmaya başladı. O gün yazdıklarım şu an kitabın ilk birkaç sayfasını oluşturuyor. Bir iki cümle dışında bu bölümlere neredeyse hiç müdahale etmedim ve olduğu haliyle kitaba aldım. Yani özetle, Tao’nun fare olduğunu ben de yazarken okuyucunun öğrendiği zamanda öğrenmiş oldum. Öğrendiğimdeyse kendini bir fare olarak anlatmayı seçmesini aslında hiç sorgulamadım. Hatta bir arkadaşıma hikâyemden bahsettiğimde “Neden fare peki?” diye sorduğunda, ben de ilk kez o an kendime bu soruyu sordum. Üzerine düşündüğümde bulduğum cevap şu oldu: Kedi, köpek, kuş gibi birkaç hayvan türü dışında hiçbir hayvanın dünyasına karşı ilgim, merakım ve dolayısıyla bilgim olmamıştı. Onları yeterince “görmediğimin,” anlamaya çalışmadığımın bilinçaltında bir yerde farkındaydım. Ve buranın eksik kalması, aslında bağlantımın güçlü olduğunu düşündüğüm doğayla, varoluşla aramda ayrılık yaratıyordu. Sanırım, farkında olmadığım bir farkındalıkla, bu ayrılışı sonlandırmak ve anlayışımı insandan öteye taşımak istedim.
Hayvanlar âleminden insanlar âlemine değinen kitaplar genellikle öğreticiliği bir hedef olarak belirliyor ve ana unsur olarak bu hedefi kullanıyor. “Tao’nun Gözyaşları”nda ise, sizin yetkinliğiniz olduğu alanlara ait bir taraftan “öğreticilik” var. Kitaptaki “öğrenme” kısmını sizin okura bıraktığınızı düşünüyorum. Katılır mısınız bu görüşüme?
Tao, neredeyse hayatta hiçbir şeyden emin olmayan bir fare. Bildiğini, emin olduğunu düşündüğü şeyler de yaşadığı bazı olaylardan sonra bütünüyle sarsılıyor ve ayağının altında sağlam herhangi bir zemin kalmıyor. Bu sebeple Tao, bir şey öğretmeyecektir ama onun arayışları ile kendi arayışları arasında benzerlik bulanlar, içlerinde Tao’nun sorularına verdikleri cevaplarla kendilerine bir şeyler öğreterek öğrenecek olabilirler.
Romanınızda “Tao” özelinde bir içe dönme, kendini sorgulama, arka kapaktaki tanıtım yazısında yazdığı gibi, “suretin ötesini görme” hikâyesi okuyoruz. Klişelerle ilerleyecek olursak; “herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği” mevzusu “Tao’nun Gözyaşlarında” da var ve malumunuz bu, çoğunlukla kişisel gelişim kitaplarında işlenen bir konu. Ve bu çok büyütülerek, çok gizemli bir sırrın, anlamın arkasında ne yattığına dair büyük anlamlar yüklenerek ele alınıyor. Ancak “Tao’nun Gözyaşları”ndaki günlük, sıradan konuşma dili, anlatım biçimi kitabı çok daha samimi bir hale getiriyor. Kitabınızda işlediğiniz konuların, aynı konuları işleyen diğer birçok kitaptan bu şekilde ayrıldığını söyleyebilir miyiz?
Tao’nun Gözyaşları bir arayış, dönüşüm, yol ve yolculuk hikâyesi. İçinde kişisel gelişime dair öğeler taşıyan ve aynı anda kişiyi yer yer sorgulamalara götüren edebi bir metin. Tao bize neyin yanlış, neyin doğru olduğunu söylemiyor. Ya da yol ve yöntemler göstererek cevaplar vermiyor. Sadece kendi arayışına davet ediyor ve daha çok soru sormamıza vesile oluyor. Ve sanırım, bahsettiğiniz ayrılış da en çok bu noktada gerçekleşiyor.
“Tao”nun “kişisel yolculuğu” ağır bir olay sonucunda, bir arkadaşının ölümüyle başlıyor. Her ne kadar kitabın devamında –sonuna kadar katıldığım- yaşam ve ölümün “aynı bedende can gibi” olmasına çok net şekilde açıklık getirseniz de açılış ölümle olunca okuru biraz sarsmaya niyetlenmişsiniz gibi hissettim. Siz neler söylemek istersiniz?
Bu ölümü de Tao’nun fare oluşundaki gibi, ben de yine okuyucuyla aynı zamanda öğrendim. Ve hatta gerçekleştiğinde beni de fazlasıyla sarstı ve tekrar tekrar okuyup yaşanan durumu idrak etmeye çalıştım, bu arada da bir hayli gözyaşı döktüm. Aslında kitabın sadece bu bölümünün değil, genel olarak gövdesinin de birkaç ana olay dışında bir tasarım içermediğini söyleyebilirim. Önümde bir yol uzandı ve ben Tao’nun adımlarıyla o yolu yürüdüm. O hikâyesini kendi yazdı, ben kaleme kâğıda döken bir aracı oldum, ki bu ilgilendiğim diğer bütün sanat dallarında da kendiliğinden izlediğim bir yol. Bir hikâyenin, bir şarkı sözünün, bir formun dile, ele yaklaştığını fark ettiğimde gelen neyse bilinç akışıyla ona teslim olup, gelene ve mümkün olduğunca az müdahaleyle onun kendini tamamlamasına izin verir ve sonunda en baştan tekrar zihnim, bilgim ve yine hissimle bir atölye çalışması gerçekleştirerek eserlerimi tamamlarım.
Hepimiz farkında olmasak da sizin bahsettiğiniz “yoldan” geçtik, geçiyoruz, geçeceğiz. Ancak yine kitapta değindiğiniz üzere yolun “kendisini” sürekli atlıyoruz, unutuyoruz vs. Bir değer çatışmasına girmeyeceğim ama sonuç nihayetinde bir hedefe, amaca ulaştırdığı için insanda ister istemez gereksiz bir hırs yaratıyor. Yolun “kendisinin” önemine buradan değindiğimizde en azından etrafa biraz daha dikkat etsek daha iyi olmaz mı? Ve gördüklerimiz bize çok daha fazla şeyle geri dönmez mi?
Tao, hedefi olmayan yol demektir. Bizi içinde olduğumuz ana çağırır. Anın içinde kalabilmeyi becerebildiğimizde aslında herhangi başka bir çabaya gerek kalmadan yolda oluruz. Yolun kendisi oluruz. Geçmişsiz, geleceksiz, zamansız oluruz. Zamansız olduğumuz bir yerde ise hedefler, korkular, kaygılar kendilerine yer bulmakta zorlanır. Dediğiniz gibi, etrafa biraz daha dikkat edebilmek ve orada olanı ve olmayanı görmek için – olmayanı görmeyi de olanı görmek kadar önemsiyorum- yapmamız gerekenin sadece anın içine daha fazla yerleşmek ve onu duyumsamak olduğunu düşünüyorum. Bunu yaptığımızda aslında her şey kendiliğinden gerçekleşiyor, kendiliğinden görünür olup bize daha fazlası olarak geri dönüyor. Tao’nun hikâyesinde de aslında olan bu. Tao gibi “büyülü” bir yola çıkıp bunu yaşayamıyorsak, meditasyona, anda olma pratiğine yaşamımızda yer açarak, bunun yemek kadar, su kadar ihtiyaç olduğunu fark ederek zoru kolay, olmazı olur, içinden çıkılmazı çıkılır kılmayı becerebiliriz belki.
edebiyathaber.net (12 Mayıs 2023)