Söyleşi: Abdullah Ezik
Dilek Türker, yayımlanan ilk öykü kitabıyla öykücülüğümüze yeni bir halkanın eklendiğinin müjdesini veriyor. Avucumda Çimen İzi, adı gibi bünyesinde geçmişin izlerini kimseye duyurmadan saklayan bir ilk kitap. Biz de yayımlanan ilk kitabı ve yazarlığı üzerine Dilek Türker’le söyleştik:
İlk olarak kitabın yayımlanış sürecinden bahsetmek sanırım iyi olur. Çeşitli dergilerde de daha önce öyküleriniz yayımlandı. Kitabınızı oluştururken öyküleri neye göre seçtiniz? İzlediğiniz bir yöntem var mıydı?
Sarnıç, Kafkaokur, Notos ve Ot’ta bazı öykülerim yayımlandı. Bir öyküm de AltKitap 2016 seçkisinde yer aldı. Kitap projesini oluştururken yayımlanan birkaç öykümü eledim. Bunun dışında hemen hemen her öyküyü yeniden çalıştım, kimi çok değişti, kimi az ama mutlaka hepsinin üzerine eğildim kitap öncesi. Yeni öyküler de yazdım. Böylece 16 öyküden oluşan Avucumda Çimen İzi yayımlanacak hale geldi.
Her yazar kendi okuma ve yazma serüvenini oluşturur. Sizin öykülerinize de bütüncül bir bakış atıldığında bu açıkça görülmekte. Yazma sürecinizdeki eğilimlerinizden bahsedebilir misiniz?
Çok sık not alıyorum. Genelde çıkış noktam duyduğum bir diyalog, hissettiğim bir duygu ya da hatırladığım bir anı oluyor. Sonra yazınsal süreçte, başladığım yerden bambaşka bir yere geliyorum.
Sait Faik, Cemal Süreya ve Didem Madak okumak bana her zaman çok iyi gelir.
Garip gelebilir ama bir öyküye başlamak istediğimde ya da aklımda bir imge belirdiğinde bazen oturup, rastgele birkaç bölüm sevdiğim bazı dizi ve filmlerden parçalar izlemek de başvurduğum yollardan biri.
Kitabınızın adı oldukça ilgi çekici ve düşündürücü. Geçici de olsa kalıcı da, izler hep hayatımızda kırılmalara neden olmaktadır. Öykülerde de bu açıkça ortada. “İz” kavramının ve “izler”in sizdeki yeri nedir?
Kitabın ilk ismi başkaydı, aslında güzeldi ama içime sinmeyen bir yanı vardı. Yeni isim arayışındayken kardeşim, öyküleri tekrar okuyup, sevdiğim, bana dokunancümleleri not etmemi söyledi. Bunu yaparken, bir öyküde geçen, çocukken avucunda çıkan çimen izlerini hatırlayıp, onları bilmediği bir dilde yazılan alınyazısına benzeten kadın kahramanın hislerini sevdim. Kitabın ismi böylece Avucumda Çimen İzi oldu.
İzler yaşanmışlığın belirtisidir. İz bırakmayan yaşanmışlığın unutulup gideceğini, sıradan olduğunu söylemeye gerek bile yok. Diğer yanıyla izler insanı biricik hissettirir. Karmaşıktır. Yorum gerektirir. Gelecekten haber almayı uman, mucize bekleyenler için bir sebeptir bazen izler. Bu bakımdan, izlerin hem geçmişin unutulmaz yanları hem de gelecek güzel günler umuduyla ilişkisi, kitabın adını gören okura öykülerin havası hakkında doğru bir fikir verir diye umuyorum.
Yazarken çevrenizden mi yoksa ortaya koyduğunuz öykü evreninden mi yola çıkıyorsunuz? Sizi etkileyen ana faktör nedir? Örneğin, “Narçiçeği-Al Kaşkol”da Leylâ Erbil ve Tezer Özlü’ye, “Almodovar Kadınları ve Teyzem”de Pedro Almodovar’a açıkça göndermeler var. Biraz bu konudan bahsedebilir miyiz?
Bende bir hikâye anlatma isteği doğuran, kimi zaman da belli bir durumu hikâye etme hevesi uyandıran ilk kıvılcım genellikle bir yaşanmışlıktan kaynaklanıyor ama geri kalan her şey tamamen yazınsal süreçte yoktan var oluyor. İnsanları dinlemeyi seviyorum, onlar anlattıkça benim içimde bir yanıyla yer ediyorlar ve yazarken bir cümle ya da bir diyalogda, bir karakter ya da bir olayda gerçek olan kendini gösteriyor. Kısacası, ilk itki hep somut gerçeklikten doğuyor ama yazdığım şeyi bir öykü haline getiren ögeler ve hikâyenin kendisi tamamen yaratı süreçlerinden doğuyor. Hatta bazen başlarken kendini gösteren gerçeklik, öykü bittiğinde kaybolmuş oluyor.
Bu arada Leylâ Erbil’i de, Tezer Özlü’yü de, Almadovar’ı da çok seviyorum. İsimlerini andıkça içim açılıyor.
Öykülerinizde genel olarak aile-içi karakterler ön planda. Abi kardeş, baba oğul, teyze yeğen ve eşler gibi birçok ikili var. Bu da öykülerin belirli konuları imlediğini işaret etmekte. Bu seçim için ne söyleyebilirsiniz?
Aile ilişkilerinin, aile fertleri üzerindeki etkileri hakkında düşünmeyi seviyorum. Aile, hem diğer bütün sosyal ilişkileri belli yönleriyle içinde barındırarak, hem de bireyi dış dünyadaki maskelerinden arındığı gerçekliği içinde görmemiz için bize imkân sunarak, hikâyeye hizmet ediyor. Çok sevdiğim Yüzyıllık Yalnızlık ve daha bir sürü çok önemli eserin bir aile ve çevresinde gelişen olayları konu edinmesi rastlantı değil. Bir de şu var: Herkesin bir ölçüde kendi ailesini başkalarından söz eder gibi yazması, dünyaya baktığımız yerin ve kurmaca kahramanlar üzerinden de olsa belli ölçüde kişisel tarihimizin de bu aile hikâyeleri üzerinden yazdıklarımıza sızması, belli ölçüde bir samimiyet ve yararlı bir gerçeklik katıyor sanıyorum.
Kırılmalar, hayatın kaçınılamaz bir gerçeğidir. İnsan, sürekli kendi trajik hayatını yeniden üretip durur. Sizin öykülerinizde de, sözgelimi “Bolzano Kuaför”, “İyi Yürekli Hayatımız” gibi, insanın geçmişinde yaşadığı trajediler gözükmekte. Trajedinin ve kırılmaların insanın hayatını biçimlendirmesi üzerine görüşlerinizi merak ediyorum.
Bana göre insanın hayatını büyük sevinçlerden çok büyük acılar; kazanımlardan çok kayıplar; tercihlerden çok vazgeçişler belirliyor. Son birkaç yılda “ölümlü” olduğumu çok derinden hissettiren iki kırılma yaşadım. İlki babamı, henüz o çok genç yaştayken kaybetmemdi. Bu kaybın üzerine çok konuşmayı tercih etmiyorum. O yokluk zaten yazdıklarıma sızıyor. Diğeri de kızım doğduktan sonra, annelik üzerine düşünürken, ilk hissettiğim şeylerden biri, günün birinde öleceğimdi. Sonsuza kadar sevdiklerimin yanımda olmayacağını ve benim de onların yanında olamayacağımı, derinden ve apaçık hissetmek biraz farklı bir deneyimdi. Bunu kabullenmek hem insanı daha özgür ve rahat kılıyor hem de daha aciz ve çaresiz hissettiriyor.
“Zom Zom” öykünüzün sonunda dağılan ve bir daha geri gelemeyecek şeylere dair uzun bir pasaj var. Bu, günümüzün şartları düşünüldüğünde ayrıca önemli. Dağılan aileler, kültürler, diller, coğrafyalar… Tüm bu dağılmaları işaret etmiş, öykülerinizde yer yer toplamışsınız. Burada yapmak istediğiniz nedir?
Önemini fark etmediğimiz ama bir kaybedersek asla geri getiremeyeceğimiz çok değerli anların ve duyumsayışların olduğu gibi kalması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Belirttiğiniz öykünün kahramanı, sevdiklerimizle hep bir arada olduğumuz, mutlu muyuz değil miyiz diye sormadığımız, kendimizi ve birbirimizi çok hırpalamadığımız zamanların, yani çocukluğunun, ilk gençliğinin geride kaldığınısezerek söylüyor onları. Ben de başka sebeplerle onunla benzer şeyleri düşünüyorum. Her şey dönüşü olmayan bir şekilde ve hızla değişti. Bir yanıyla değişim kaçınılmaz ama içinden geçtiğimiz şimdiki zamandan büyük yaralar alıyoruz. Bugün dünyadan ve ülkeden bana, kayıp duygusu veren genel bir hava yansıyor. Hissettiğim şey eskiye özlemden öte, yaşama sevincini hedef alan çok daha şiddetli bir yoksunluk. Bu noktada yapabildiğim ilk şey güzel olanı hatırlamak ve hatırlatmaya çalışmak.
Öykülerinizde biçimsel arayışlar değil, belli bir hikâyeyi anlatma konusu ön plana çıkmakta. Okuyucu, sizin bir “söz”e sahip olduğunuzu hemen farkediyor. Bu açıdan bir hikâye anlatıcısı olduğunuz ortada. Öyküler ve biçimler hakkındane düşünüyorsunuz?
Bence öykü sadelik istiyor. Bir tür olarak öykünün imkânları, kısalığı, karakter, zaman ve mekân seçimleri düşünüldüğünde de bu kısmen zorunlu gibi geliyor. Bir de şu var ki, biçimi öz belirliyor. Benim anlatma hevesi duyduğum hikâyelerin özü, başka biçim arayışını gerekli kılmıyor, kitapta yer aldığı şekliyle anlatmış olmak içime siniyor.
Abdullah Ezik – edebiyathaber.net (23 Haziran 2017)