Söyleşi: Mehmet Özçataloğlu
Gülten Dayıoğlu İlkgençlik Romanı Ödülü’nün de sahibi olan Dilge Güney’le Tudem tarafından yayımlanan “1 GB Adalet” adlı kitabı üzerine konuştuk.
Kitabı yazma gereksinimi nasıl doğdu? Adalet kavramı üstüne bir kitap konusu açısından ilgi çekici, özelikle seslendiği yaş grubunu düşününce.
Adalet, yargının işleyişi, cezaevleri daha çok yetişkin dünyasına ait unsurlar gibi görülüyor. Oysa çocuk ceza evlerinin, suça sürüklenen çocukların, cezaevlerinde annesiyle yaşayan ya da aile fertlerini cezaevine uğurlamış çocukların var olduğu bir düzende bunu kabul etmek mümkün değil. Öte yandan bu meselelerin yabancısı olan çocuklar için bir pencere açmak, başka hayatlar yaşayan akranları ile onları ortak düzlemde buluşturmak ve adalet kavramı üzerine düşündürmek bu konuyu işleme nedenlerim arasındaydı. Adalet, insanlık tarihi boyunca tartışılmış, çocuklar ve gençler de bu konu üzerine kendi gerçeklikleri üzerinden kafa yoruyor. Kreşte üç yaşındaki çocuğun arkadaşından oyuncağı paylaşmasını isterken öğretmeninden beklediğiyle, sınav soruları çalındığında isyan eden üniversite hazırlık öğrencisinin aradığı şey temeldeaynı. Romanda yeşil ve turuncu bölgeler üzerinden kişilerin mensup oldukları sınıflar belirleniyor. Okur, turuncu bölgede yaşayan Ethem, yeşil bölgede yaşayan Lila ve mekândan bağımsız olarak sosyal medyada varlık gösteren robot Meto’nun hikayelerini okurken,körü körüne bağlanılan popülarite karşısında insani değerlerin yok oluşu, sınıfsal farklılıkların sunduğu seçenekler ile suça yatkınlık ya da yakınlık ilişkisi ve ötekileşme/ötekileştirme gibi çetrefilli konuların içten içe muhasebesini de yapacaktır.Bir yandan kaynakları giderek azalan, öte yandan büyük bir dijital dönüşümün eşiğindeki dünyamızda, hak ve özgürlüklerin sınırları tartışılırken; adalet her zamankinden daha fazla üzerine kafa yorulacak bir kavram olacaktır.
Kitabı yazarken süreç nasıl ilerledi, neler yaşadınız o süreçte?
Bu fikir aslında aklıma sekiz sene önce düşmüştü. Hukukçu olmamın da etkisiyle, suça sürüklenen çocukların yaşadıklarına hem bizzat tanık olmuşluğum vardı hem de Ethem’inkine benzer yaşanmış bir olayı dinlemiştim. O hikâye senelerce aklımda dönüp durdu ama cezaevi koşullarını çocuklara anlatmak kolay değildi. Doğru yöntemi bulmak için bekledim ve sonunda cezaevindeki trajik olayları doğrudan çocuk karaktere yaşatmaktansa bir robota yaşatmanın genç okur için hem okuma kolaylığı sağlayacağını hem de daha ilgi çekici olacağını fark ettim. Aynı zamanda sosyal medyadaki dijital fenomenler dikkatimi çekiyordu ve böylece sosyal medya fenomeni robot Meto ortaya çıktı. Sonrasında Barolar Birliğinin raporlarını ve internette bulduğum çocuk mahkûmlarla yapılmış söyleşileri inceledim. Bu aşama hep en zoru oluyor, özellikle cezaevinde geçen bazı bölümleri yazarken çok içlendim. Elbette bilim kurgu türünde bir kitap yazmanın avantajıyla gerçeğe bağlı kalmam gerekmiyordu, olaylar benim kurguladığım alternatif düzenin içinde gelişiyordu ama hikâyenin gerçeklikle ve şimdiki zamanla bağını tamamen koparmak istemedim. Meto’nun eski tip cezaevi aracına binince zamanda yolculuk benzetmesini yapmasının sebebi de bu.
1 GB Adalet, distopik özellikler taşıyor. Öte yandan bugünü de kucaklıyor. Bir distopyayı yaşıyoruz, diyebilir misiniz?
Şüphesiz öyle ve ne yazık ki bugüne has bir durum da değil. Pek çok açıdan bu yorumu yapmak mümkün ama çocuklar özelinde konuşacak olursak, onlar daima ezilen kesimi temsil ediyor. Zamanda geriye gittiğimizde çocukluk ve çocuk yetiştirme kavramlarının dramatik değişimine tanık oluyoruz, hatta çocukluk anlayışının bile yok olduğunu görebiliyoruz. İstisnaları hariç tutarsak, bugünün “modern” toplumlarında da durum belli açılardan farklı değil aslında. Şehirler, okullar, evler, eğitim sistemi tamamen yetişkin bakış açısıyla geliştirilmiş, çocuğun söz hakkı yok. Çocuk hak ve özgürlüklerini savunacak güce ve deneyime sahip değil; mecliste temsil edilmiyor, oy hakkı bulunmuyor, gündelik basit kararları alma konusunda bile çoğunlukla yetkin görülmüyor. Kimileri için ne yazık ki çocuk istismarına kadar uzanabilen bir cehennem olabiliyor hayatının ilk yılları. Böylece geleceğin toplumları oluşuyor, karanlık tarih bir şekilde tekerrür ediyor.
Hikâyenin anlatıldığı şehir yeşil ve turuncu olarak ikiye bölünmüş. Yeşil bölgeyi güvenlikli sitelerin ya da gökdelenlerin/plazaların yer aldığı düzenli şehir hayatının yaşandığı kısımlara benzettim. Turuncu bölge ise yaldızı kazıyınca altından çıkana. Şehrin görünmesinin istenmeyen kısımlarına. Arka sokaklara… Yanılıyor muyum?
Haklısınız, özellikle büyük şehirlerde tıpkı romandaki gibi bir caddenin iki yakasında farklı sınıflara ait, birbirinden çok başka yaşamlarla karşılaşmak mümkün. Yaklaşık yirmi sene önce, İstanbul’da yaşadığım dönemin bana ilham verdiğini söyleyebilirim, orada bu uçurum daha belirgin. Aslında romanı tasarlarken de olayların uzak bir gelecekte gerçekleştiğini düşünmedim. Birçok açıdan günümüzle benzeşiyor, robot teknolojileri daha gelişmiş diyebiliriz.
Kitabı sadece bir robot hikâyesi olarak görmek ya da bir hırsızlık hikâyesi olarak anlatmak yetersiz olacaktır. Toplumdaki eşitsizliklere de vurgu yapıyorsunuz yan yollardan ilerleyerek. Çok katmanlı bir roman yazmış Dilge Güney desem, yazarı olarak siz neler söylersiniz?
Ben olayları, insanları, kavramları birbiriyle ilişkilendirmeyi seviyorum. Sosyal medya fenomeni bir robotu çocuk cezaevleriyle ilişkilendirebilmek benim için işin en önemli parçası. Bu ilişkiyi kurduktan sonra onu yavaş yavaş büyütüp geliştirmek tıpkı bir örümcek gibi kurguyu örmek ve mümkünse de okuru şaşırtacak sürpriz bir sona bağlamaktan zevk alıyorum. Farklı karakterlerin gözünden olayları izlemek ve zamanı doğrusal olmayan bir biçimde kullanmak da bu katmanlı yapıya destek veriyor. Yeni nesil okur dijital oyunlar ve dijital ve diğer interaktif medya araçları sayesinde bu katmanlı yapıyı arıyor diye düşünüyorum.
Son olarak sormak istiyorum, Dünyayı robotlar kurtarabilir mi? Robotların yer aldığı bir dünya bize daha güzel bir yaşam vaat ediyor mu?
Robotların insanlık üzerindeki etkisinin dünyayı yöneten insanların onları nasıl konumlandıracağına bağlı olduğunu düşünüyorum. Yapay zekânın gelişimi insan işgücüne duyulan ihtiyacının azalması gibi endişeler yaratıyor, olumsuz senaryolar çoğaltılabilir. Öte yandan yapay zekâ insanlığın bugün burun buruna gelmiş olduğu iklim değişikliği, kaynakların yetersizliği, salgın hastalıklar gibi türlü sorunlara çare de olabilir. Bilim insanlarının birbirinden farklı görüşleri var bu konuda. Fakat nükleer gibi gezegeni tehdit edebilecek kitle imha silahlarının diktatörlerin parmağının ucunda olduğunu düşünürsek, asıl korkulması gereken şeyin robotlar değil deiçimizdeki canavar olduğunu görebiliriz.
edebiyathaber.net (16 Aralık 2022)