İnsan topluluğuna özgü iletişim ve anlaşmak için sesli, kimi zaman da yazılı göstergeler dizgesi olan dil üstüne ne düşündüğümü dillendirirken, başlıkta da belirttiğim gibi ben/cilce (bana özgü) olacak, ama bencilce olmayacak.
Türkçe, en azından Türkiye Türkçesi, yalnızca Türkler tarafından konuşulan bir dil değil. Türkiye Türkçesi, hem kendi içinde birbirinden taban tabana farklı toplulukların ortak dili, hem de geniş bir coğrafyada konuşulan bir dildir. Ayrıca Türk dili, dünya dilleri arasındaki yeri öteden beri işinin uzmanları arasında da tartışılıyor. Bu bağlamda, Türkçenin tarihsel gelişimi, lehçelerinin sınıflandırılması, Türkiye Türkçesinin sesbilgisel düzeni, biçimbilimsel düzeni, sözdizimsel düzeni, abecesi, araştırılması süreci yazımın konusu değil tabii ki doğal olarak…
“Kültür Emperyalizmine Karşı Aydın Yazar Girişimi”nin İzmir çalışmalarından biri de, yaptığımız onca etkinlikten olan, “Yabancı Dille Eğitim ve Dil Kirlenmesi” konusunda söylenenleri, sorulanları kendimce değerlendirip dönüştürdüğümde karşınıza çıkan bu yazı oluştu…
İşte bende oluşan bu düşünceleri paylaşmak istiyorum.
İnsan dilinin kökeni sorunu, yani tek bir kök dilden (anadil) mi çoğaldığı, yoksa ayrı ayrı anadilden mi çoğalıp günümüze kadar geldiği sorunu, çok bilimsel araştırma konusu olmamıştır. Bu konuda yalnızca varsayımlar var. Bu yüzden diller, varlıklarını sürdürebilmek için ağaç gibi kabuk yenilemek ve değişip dönüşmek zorundadır. Çünkü sosyal bir olgu olarak sözcükler, yeni sözcüklerle yer değiştirir. “Dil Devrimi”yle Türkçeye özgü sözlüksel birimin (Arapça ve Farsça’dan vs.) arındırılması, günümüzde Batı dillerinden gelen sözcüklerle bir geriye dönüşü yaşamaktadır demek abartı olmaz sanırım.
Aynı dili konuşan toplulukların, anlaşamamalarının nedenleri arasında egemenliğin dil üstündeki etkisinin de olduğu kolayca görülür. Çünkü egemen güçlerin birçok alanda kullandıkları dil, “resmi dil, bürokrasi dili, aydın dili, halk dili” (argo da buna dâhil) biçiminde karşımıza çıkar. Bundandır işte egemenlerin diliyle, egemen olmayanların dil farklılığı…
Neden mi?
Çünkü insan at değil ki yelesinden, aslan değil ki kuyruğundan yakalayasınız. İnsanı ancak dilinden tutabilirsiniz. Çünkü insanın ölçü birimi kullandığı sözcüklerin toplamı olan dilidir.
Başka ülkelerde durum nasıl pek bilmiyorum, ama sanki ülkemize özgüymüş gibi düşünüyorum aynı dili konuşuyor olmamıza karşın anlaşamamamız. İşte bundandır ki hepimizin kanıksadığı ve diline doladığı Konfüçyüs’ün bilge sözleriyle “bir ülkeyi idare etmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?” Konfüçyüs’ün, “İşe önce dili düzeltmekle başlardım. Çünkü dil bozulursa kelimeler düşünceleri iyi anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılmazsa, yapılması gereken işler yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa, adalet yoldan sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir,” demiş olması tam da bize göre.
Dilin insan hayatında çok önemli bir yeri olduğu düşüncesi tüm toplumlarda kabul gören bir gerçektir. Dil, iletişim aracı olmanın yanında aynı zamanda doğrulara ulaşmada da önemli bir araçtır. Dil canlı bir varlıktır, kullanıldığı sürece gelişimini sürdürdüğü gibi kullanılmadığı zaman da yok olmaya mahkûmdur. Bununla beraber dille düşünce arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Düşüncelerin geliştirilmesinde, aktarılmasında önemli bir yere sahiptir. Dil insanın toplumsallaşmasında, kimlik kazanmasında, toplumsal kuralların öğrenmesinde, kültürel değerleri içselleştirmesinde, toplumun tüm üyelerini bir arada tutmada önemli bir işleve sahiptir. Çünkü insan konuştuğu dilde düşünür, üretir ve düşündüğü gibi davranır. Dil, bireyin doğumuyla kazandığı bir haktır. Bireyin ailede öğrendiği ilk dil anadildir sonradan öğrenilen, kazanılan dil ikinci bir dil konumundadır, bu bağlamda bireyin almış olduğu dil eğitimi ne kadar iyi ve sağlam temele dayanırsa birey o oranda kendini iyi ifade eder.
Eğitim, kişinin yaşama etkin biçimde uyumunu sağlayan üst-yapı araçlarındandır. Öğretim de belli bir amaç ve planla uygun bir ortamda kişinin davranışlarını değiştirme süreci ve işidir. Bu da üst-yapı içindedir. Eğitim öğretimi kapsar, ama yine de öğretimden çok farklıdır; ikisinin de sihirli değneği ‘dil’dir. Dilin ne zaman araç ya da ne zaman amaç olacağı iyi bilinmelidir. Çünkü aslolan araç, ama iyi bir araç olması daha da iyidir. Oysa günümüzde ‘dil’in salt ‘amaç’ olarak edebiyatta, sanatta, eğitimde ve öğretimde kullanılması gerçeği belki de bu önemli ve gerekli olguyu oluşturan olumsuzluklardan biridir. Ve bu en azından benim gibi düşünenlere, Montaigne’in bir denemsinde (dil üstüne) “Parisli kenar mahalle satıcılarının dilini kullanmayı ve o dille yazmayı çok isterdim.” dediğini anımsattı. Çünkü romancılarımız, öykücülerimiz ve şairlerimiz, başka başka alanlarda yazanlarımız “postmodern takılmak” sevdasından ‘dil’i amaç hâline getirdiler.
Egemen edebiyat ortamı, oluşturduğu olumsuzlukların sonucu olarak efendilerinden ödül üstüne ödül alırken, “görmekle bakmak” arasındaki farkı bile bilmeyen; duygularını ve düşüncelerini dillendiremeyen, okuma alışkanlığından uzak bir çarpı eğitimin etkisinde aybaşı için zaman öldüren, mesleğini alıştığı şablonlarla sürdüren sözcük dağarcığı yoksul edebiyat ve Türkçe memurları da yetiştiriyor.
Kimse alınıp gücenmesin ama gerçek bu ne yazık ki.
Olumsuzlukların, yeteneksizliklerin bilincinde olan, kendilerini yetiştirmeye çalışanların karşısında da engel üstüne engel var: Yönetmelikler, müfredatlar, genelgeler, yasaklar; neler neler… Okul yöneticileri de bunun tuzu biberi…
Bir kere yazan onca insanın eserlerinde hatalar görmek, az buçuk düşünceleri, en azından böyle konularda kafa yoranları rahatsız ediyor düşüncesindeyim. Çünkü yazarlarımızın (şair, öykücü, romancı vs.) birçoğu belleklerine güveniyor. Sözlük, imlâ kılavuzu bulundurmuyor yanında. Dili önemsemesi gerekenlerin bu sorumsuzlukları karşısında konuşarak kendini ifade etmeye çalışanlar görülebilir mi peki?
Şimdi, bunları demek çok kolay, çözüm ne peki dediğinizi, bir kâhin edasıyla öngörerek; elbette ki çözüm çözümsüzlük değil, diyorum. Çözüm var. Bu süreç işi… Gölün buz tutması birkaç günün işi değil, öyleyse çözülmesi de birkaç günün işi olmayacak, diyen Mao haklı. Şöyle düşünüyorum: Konuşmak insanın beynini kullanma sanatıdır, diyor Eflatun. Çok doğru. Öyleyse beynimizi dengeli besleyerek başlayabiliriz buna. Beyinlerimiz sözcüklerden oluşan bilgilerin kumbarası diye düşünüyorum. Bu kumbarayı doldurmalıyız. Yeri ve zamanı geldiğinde de kullanmalıyız. Çünkü raflarda duran kitaplarla, beyinlerde duran bilgiler arasında bir fark göremiyorum. İşlerliği olmalı. Bilinçli bir alışkanlık kazanmak, sözcük kumbaramıza sözcük atmak bu açıdan geleceğimiz olan çocuklarımıza yardımcı olmak elimizde.
Nasıl mı?
Düşünce hücreleri doğuma üç ay kala oluşuyor. Doğumdan altı ay sonra on on beş milyara ulaşıyor. 4 yaşında bu hücrelerin % 50’si, 8 yaşında bu hücrelerin % 80’i, 13 yaşında da % 92’si, 17 yaşında ise bu hücrelerin % 100’ü çalışmaya başlıyor. Uzmanlara göre sorun, uyanmış beyin hücrelerini uyanık tutmaktır; yoksa bir daha uyanmamacasına uyuyorlar. İş bununla da kalmıyor tabii ki, altı aydan otuz beş yaşına kadar yaşayan bu hücrelerin her gün yüz binlercesi 35 yaştan sonra ölüyor. Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır, diyen Mevlana bundan haberdar mıydı sizce, sanmam. Ulaştığım kaynaklar, 18 aylıkken bir çocuğun 20 kadar farklı sözcüğü, 20 aylıkken 100, 24 aylıkken 300, 3 yaşındayken de yaklaşık 1000 sözcük kavradığını söylüyor. (cümle düzeni bilgisi bu yaş çocuklarda erken olmakla birlikte) 4-5 yaşından sonra öykünmenin yerini bilinçlilik alıyor, yanlışları çok olmasına karşın yaratıcılık artıyor.
Üretime yönelmeyen eğitimin sonuçları olan “sokağa işsiz, memuriyete aybaşı beklemeye, yurtdışına beyin göçü” gerçekliklerinin artık insanlığın gelişim ve uygarlık çöplüğüne göndermek elimizde. Sorunlarımızı iyi bilmeliyiz ve olması gerekenlerde de ısrarcı olmalıyız. İşte bu yüzden ana-baba olarak, öğretmen, yazar ve aydın olarak amaçların saptanmasından, konuların belirlenmesinden, uygulanacak yöntemlerin seçiminden, derslerin işlenmesine; ölçme-değerlendirmeye kadar kendi öğrenim sürecinin tüm aşamalarında sorumluluk alabilecek gençler için kollarımızı sıvazlamalı ve de rehber olmalıyız. Yol göstermeliyiz. Yaban kaz uçuşu ile onlara destek vermeliyiz. Çok erken yaşta çocuklarımızla, konuşma âşığı gibi konuşmalıyız. Onları 0-2, 2-6 yaş arasında uygun kitaplarla tanıştırmalıyız. Hatta ulaşabilecekleri her yere albenili, bol resimli kitaplar koymalıyız. İlgilenseler de ilgisiz görünseler de onlara kitaplardan bölümler okumalıyız. Sık sık en yakın kitapçılara götürmeliyiz çocuklarımızı, beğendikleri kitapları almalıyız. Kitabı ihtiyaç listelerimizin 244. sıradan kurtarmalıyız. En başlara almalıyız. Görüntüyü kurtarmak için değil gerçekten onların yanların da kendimiz için de okumalıyız ki bizden etkilensinler. Asla; mış gibi yapmamalıyız. Bunu uzatmak olası…
Ve gelişmiş çağdaş ülkelerin neredeyse tamamı bunların mislini yaptıkları için geliştiklerini ve bu yolda da ışık hızıyla adeta bizim gibi ülkeleri geride bırakmaya devam ettiklerini hiç unutmamalıyız. İşte bu ben/cil söylemimi Fakir Baykurt’un Dünya Çocuk Yılı dolayısıyla (1979) söylediği bir sözü dönüştürerek, çocukları için bu dediklerimi ve benzerlerini yapmayan uluslar ne kadar gelişseler de cüce kalır/lar ile noktalıyorum.
edebiyathaber.net (15 Haziran 2024)