Bu yazıya “Dünyada en güzel, en tatlı şey dildir; ama yine de en kötü, en acı şey de dildir” diyen Ezop’u anarak başlamak gerek. Bugünkü konumuz dil. Yemek pişirmeyeceğiz hayır. Ama dille ilgili ensemizde pişirilen bozayı konuşacağız. Dilden yola çıkarak bakalım bu düşünce zinciri nereye götürecek bizi. Dili kullanırken, kavramları tanımlarken veya çözümlemeye çalışırken özenli ve dikkatli olunmayışı beni; bir dil işçisini herkesten fazla üzüyor. Dil devrimini konuşuyoruz ama dildeki yozlaşmayla ilgili yapılan pek bir şey ne yazık ki yok. Dilin vidası saydığım sözcükler öyle yanlış yerlerde kullanılıyor ki ortaya çıkan “şey” yüzünden birbirimizi yitirebiliriz.
Sözcüklerin canlandırma (temsil etme) ayak direme (var olanın ötesinde bir şeyin bulunduğunu kabul ederek düşünmeye devam etmeyi kast ediyorum), saklayıp paylaşma, saklayıp aktarma gibi güçleri vardır. Öznenin bütünüyle bağımlı olduğu bitimsiz bir uygulamadır. Kıvrılarak hareket edişi, sürüp gidişi yazıdır. Söz güçtür.
Dilde her şeyin bir resmi mutlaka vardır, bir biçim, bütün, anlam talep etmeyen sözcük yoktur. Sözcükler basit aygıtlar değildir, aldatıcı biçimde kullanılamazlar. Kullanılmamalıdırlar. Oysa günümüzde Türkçede sıkça yapılmaya başlanan (kötü niyetli olduğunu düşünüyorum) bu resmi yanlış tanımlama vardır. (Ey sözcüğünün hakaret seslenişine dönüştürülmesiyle hitap metinlerindeki yüceltici seslenişi de küçültme çabası gibi. Bay sıfatının hakaret sözcüğü olarak kodlanması gibi…) Dildeki ses kodlarının mutlak karşılıkları olması nedeniyledir ki kültürlerde edebiyat el üstünde tutulmuştur. Poesie /edebiyat sanatı/ yaratma adını koruya gelmiştir ve yaratma eyleminin ta kendisidir. Bunun kötüye kullanılması kavramların resimlerinin yerinin değiştirilmesi hem dile hem düşünce yapısına hem kültüre kötülük etmektir. Mutlak bilgi edinmenin simgelerini çarpıtma çabaları kötü niyettir. Dünya dilleri her ne kadar birbirinden farklı gibi görünse de karşıladığı resimler tüm insanlık için aynıdır. İnsan hakları dediğimizde de bir fikir oluşur, bir tür resim oluşur. İnsana davranma ilkelerini tanımlar.
İnsan hakları… İnsanlar bir çok bakımdan farklılık göstermelerine karşın, hakları ve onurları bakımından eşit davranışı hak ederler. Hak ve onur eşitliğinden söz edilmesinin nedeni insanın dil yetisinin yanında akıl ve vicdan yetilerini geliştirmiş olmasından kaynaklanır. Haklar, insansal olanaklarla ilgili temel alt başlıkları kapsadığı gibi, insansal olanaklarla dolaylı hakları da kapsar. İnsan hakları önce etik, ahlaki, töreyle ilgilidir sonrasında da hukukun türettiği davranış kılavuzlarıdır. Bu kavramlardan “düşünce özgürlüğü” ve “laiklik” kavramları üzerinde durmayı seçersek eğer, neler diyebiliriz?
Düşünce özgürlüğü, insan onuru ve haklarıyla ilgili kavramlardan biridir. Elbette beynimizin içindekilere kimsenin müdahale etmesi söz konusu değildir, (en azından şimdilik) burada gerçekte tanımlanan ifade özgürlüğüdür. İnsan hakları fikirdir, insana davranma ilkelerini tanımlayan bir ifadedir ve işin içinde söz vardır. Söz aklın en doğrudan en dolaysız şekillenişidir. Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğüyle birlikte olduğunda anlamlıdır. Çünkü yeni bir bilgi, bir kanaat, bir önerme getiriyordur ki dil mutlak bilgi edinmenin, bir kanaat oluşturmanın, yeni bir önerme getirmenin en uygun simgesidir. Anımsayalım söz sanatı, insan dünyasının ideal yanını temsil eder. Bilgi dilin içinde toplanır, der Shelling. Eklemek istiyorum; bilgi dilin içinde, kalıbında şekillenir, saklanır ve aktarılır. İnsan hakları ve ifade özgürlüğü de dilin içinde, kalıbında şekillenir, saklanır ve aktarılır. Gerek insan hakları gerek ifade ve düşünce özgürlüğü, organize olmuş, gelişmiş topluluklarda yurttaşların bilgi birikimlerinden oluşmuş, yetkilendirilmiş kurumlar kanalıyla korunur. İnsanın talep ettiği farklı türden hakların korunması da kurumlarca gerçekleştirilir. Öncelik yoktur, bütündür ve hepsi önemlidir. O kurumlar ki yurttaşın da haklarını, sosyal ve ekonomik haklarla sınırlandırmıştır. Kurumlar bunu düzenledikleri gibi gözetirler ve sınırları da çizerler. Bu sınırların nasıl çizildiği elbette önemlidir. Sınırları neye göre çiziyoruz, temel düşüncemiz ne? Yanlış bir temel üzerine yapılandırılan insan haklarında kurumların düzenlemeleri de yanılgılarla yoluna devam eder, sınırları da yanlış çizer. (Eğer ‘kadının eğitim özürlüğü yok’ temeli üzerine eğitim sistemini yapılandırırsak tüm toplumu karartacak yanılgılara doğru yol alırız. Kadın için de eğitimle ilgili sınır çizeriz.) Üstelik bu yanlış temel insan haklarının her yerde geçerli olmasını olanaksız kılar. Oysa insan olduğu/bulunduğu her yerde aynı davranışı talep eder. İnsan hakkının, toplumun uygarlık belirteçlerinden biri olmasının yanında devredilemez oluşu en önemli özelliğidir. (Kadın eğitim hakkını neden erkeklere devretmelidir söz gelimi?)
Şimdi bu noktada biraz da laiklik kavramı üzerine düşünmek istiyorum. Laiklik salt bir kavram değil, insan hakları davranışının bir sonucudur. Devletin, sistemin veya erk davranışının dinlere eşit mesafede durması, din devlet işlerinin ayrılması, insan hakları davranışının sonucudur. Laiklik, dinlilik veya dinsizlik olarak tanımlanamaz. Çünkü yurttaş-devlet ilişkisi dinle tanımlanmaz. Din, şıh-mürit ilişkisini tanımlayabilir olsa olsa. Laiklik “belirlememeyi” talep eden bir kavramdır. İnsan haklarıyla birlikte düşünülmelidir. Son zamanlarda dayatılmak istenenin tersine belirli bir din, görüş ve anlayışla toplumsal görüşün “belirlenmemesini” tanımlar. (Bu da ayrı bir dil kodunun maksatlı çarpıtılan resmidir üstelik.) Laiklik örgütlenmiş, işleyişi herhangi bir kültürel norm, din, ahlaki kurala dayanmayanı tanımlar. Çağdaş insan haklarını saygılı değil çağdaş insan haklarına dayalı devlet yapısıdır. Çünkü saygı göstermek, dokunmamayı, ne öyle ne böyle durmayı seçer. Dayalı olmaksa ona temellendirilmiş organizasyonun işleyişini çağdaş kılar. Laiklik şu veya bu inancı desteklemez, ayırmaz, ayrıştırmaz, yok saymaz. Tersine insanî bularak eşit uzaklıkta durmayı ilke edinir. Laiklik için inançlar değil inanılan dikkat edilmesi gerekendir. Herhangi birinin kendini peygamber ilan edip, kendisinin en doğru, en iyi, en şu en bu olmasını savunup, insanlara peşinden gelmelerini dayatmasına laiklik sen peygamber olduğunu düşünebilirsin ama bunu başkalarına dayatamazsın diyen bir düzenlemedir. Laiklik kavramının ötekileştirme için dinsizlik tanımı olarak dayatılması dil kodlarının, dilin resminin bozulma örneklerinden biridir ve yalnızca tanıma yazık edilmez, insan haklarına, topluma, toplumun gelişmişliğine vurulan darbedir. Dil, sözcük, edebiyattan azade bu kavramlar ve işaret ettikleri üzerine düşünecek olursak Atatürk’ün gençliğe hitabesine kulak vermek gerek. Son günlerde topluma, yaşanan açmazlardan kurtulmak için yeni bir hikaye verecek birileri aranıyordu ya, gözümüzün önünde. Üstelik biz bu filmi daha önce görmüştük. Öyle değil mi? Önce dilin vidalarını doğru yere sabitlemekle başlayalım işe.
edebiyathaber.net (4 Ekim 2021)