“Ve her şeyimi kaybettiğimi sandığım o yere, aniden gelip beni bu dünyanın yalnızlığından kurtardın.”
Sotakis, varoluşun yalnızlık, sevgi ihtiyacı, özgürlük, toplumsal yaşamın zorunlulukları gibi unsurları yanı sıra çalışmanın eril nevrotik bireydeki yaratıcı ve yıkıcı etkilerini, Nintendo’nun 1985’te çıkardığı Super Mario Bros oyununu hatırlatan hizmetkâr Marios, hizmetkârının ikizi efendi anlatıcı ve adı her yönden aynı okunabildiği için efendiyle kölesi arasında ayna ve bir tür hakikat sarkacı işlevi gören, İbranice “lütuf” anlamındaki Hannah’dan türeyen Anna üzerinden sorguluyor. Bu sorgulamadan ikizler izleği üzerinden okura R. L. Stevenson’un Dr. Jekyll ile Bay Hyde, Dostoyevski’nin İkiz ve Orhan Pamuk’un Beyaz Kale gibi yapıtlarını anıştıran, okunması rahat ama hazmı zor bir yapıt çıkıyor ortaya.
Hazmı zor çünkü Sotakis’in romanı bize kanıksadığımız bir olguyu hatırlatıyor: çalışmak özgürleştirmez. İnsanı özgürleştiren, çalışabilmesini ve yaşayabilmesini kimlere borçlu olduğunun farkına varmasıdır. Bunu görmezden gelmeye başladığımız anda hayatla sürekli kavga eden, için için kendini yiyip bitiren, eril nevrotik bireye dönüşürüz.
Çalışma yaşamı her zaman öldürmez ama süründürür, yaraları sarar, unutturur, hatırlatır, hırpalar, tüketir, dönüştürür. Yapmayacağı tek şey vardır: özgürleştirmek. Ne kadar reddedersek edelim hayatı labirente dönüştüren bir çalışma ve para kazanma sarmalına tutsağızdır. İşimiz ne olursa olsun, hatta işsiz de olsak hayat bir rutinler sarmalıdır. Bu sarmalın bizi ne kadar sarıp sarmaladığını sorgulamazken “güneşin battığı gibi doğduğunu da” görmezden geliriz bazen. Çünkü bu tutsaklığı görmememiz için, karanlık, kasvetli duyguların panzehiri bellidir: tüketim ve tahakküm.
Paranın satın alabildiği tüm nesneler ve hizmetler üzerinden eril nevrotik bireyi avutan tüketme “özgürlüğü” sanrısı görünürde “nefsini köreltirken” (!) duygusal yabancılaşmasını, otomatlaşmasını ve kuşkusuz hissizleşmesini derinleştirir. “Satın aldıklarınızın sizi sahiplenmesi,” uzun alış veriş çılgınlığı nöbetlerinden sonra eve döndüğünüzde, “en sessiz saatinizde” içinizi burkan boşluk hissi bu derinliğin sarhoşluğundandır.
Tahakkümse aynı bireye başkalarını nesneleştirme fırsatı tanırken kendini de nesneleştirdiğini, ruhunu bu kez Şeytan’a satarak değil yaşamını kredi kartlarına, bitcoin dalgalanmalarına, emtia kârına tahvil ederek çürüttüğünü gizler. Güç istemi nevrotiğin bakışını sınırlar ve başkalarının yaşamına, acısına, sevincine, emeğine; o emeğin kendi emeğindeki, yaşamındaki payına karşı duyarsızlaştırır onu. Anlatıcının hizmetkârına dönüşmeye başlamadan önce, zaman zaman Marios’u itaatkâr bir köpeğe benzetmesinde olduğu gibi sizden güçsüze köpekmiş gibi davranırken sizin köpekleşmeniz de böyle gelişir.
Hayatın bizi, “Cehennem Öteki’dir,” deyip şiiri bitirdikten sonra köle taciri olan Rimbaud’ya özendirmesi aynı köpekleşmenin uzantısıdır. Kendince bir gündemi vardır. Siz sınıf atladığınızı sanırsınız. Oysa yalnızca labirentinizin konforu artmıştır. Huzur, “kuşların her bahar söylediği o yalandır.”
İşte bütün bunlar yüzünden, eril nevrotik birey rutini, sorumlulukları, kuralları sevmez, kendine yakıştırmaz; onların kendini sıradanlaştırdığına inanır. Nevrotik yine bunlar yüzünden tüketici, bencil ve açgözlüdür. Oysa insanı özgürleştiren ötekinden sana, senden ötekine yönelen, onu kucaklayan, kaynakların hakça bölüşümüyle beslenen, basit ve sıradan yaratıcı emektir. Nevrotik bunu kabullenemez çünkü başkalarının acısına duyarsızdır. Yalnızca kendi acıları önemlidir. Aslında o, bu acılara da katlanamaz. Bu acıları çekecek başka bir kimlik arar. Örselenen kişiliğini maskeleme ihtiyacı, bu acıları başkalarına yaşatarak kendini arındırmasında gizlidir. Romandaki anlatıcı efendinin hizmetkârının onun ikizi olması, aşk ve iş yaşamında onun maskesine dönüşmesi bu bakımdan anlamlıdır. Hayatla, kendiyle, arzularıyla barışık, dişil Anna, Marios’la efendisinin aynı eril çaresizliğin iki yüzü oluşunu ifşa eden bir aynadır.
Başka türlü söylersek, nevroz, her nevrotiğin kendine özgü kıldığı, biricik ve benzersiz sandığı dile benzer. Gerçeklikler üretir ama bu üretilen gerçeklikler hakikatin kendisi değildir. Hakikat nevrozun maskelediği, onun arkasında mevzilenen kötü ötekidir ve her zaman yerini alacak bir iyi ötekinin maskesini arar. Hakikat yaşamın hiçbir aşkın senaryoya, gizli gündeme indirgenemezliği ve nevrotiğin bu duruma tahammülsüzlüğüdür. Hakikat bir bakıma da Marios’la efendisi arasında gerili, kestirilemez, denetlenemez, dizginlenemez, arzulu ve geçmişi, geleceği ve şimdiyi içinde barındırabilen, sürprizlerle ve beklentilerle dolu dişil Anna’nın varlığıdır. Dil üzerinden kurduğumuz denklemi uyarlarsak, hakikat tüm insanlığın ortak dilidir. Bu yüzden, “anlatılan senin hikâyendir.”
Marios’la efendisi arasında yaşanansa aslında tam da bu yüzden Anna’yı mutlu kılmak uğruna çilesi çekilen bu ironik kimlik takasıdır ve anlatı, kısacık oylumu içinde bile bu nevrotik takasın sonsuza dek, Anna ırmağının bir kıyısından ötekine tekrarlanma olasılığını ustalıkla sezdirir. Çünkü anlatılan, ötekini kucaklayamayan, ötekinin sinesine onulmaz bir ihtiyaç duyan ama bu ihtiyacı dile getirmekten, bu ihtiyaca eşlik eden olumlu olumsuz her türlü insani olgudan, zaaftan ve beceriden korkan, bunları kendi varlığına tehdit olarak gören eril nevrotik 21. yy insanının öyküsüdür.
Sonuçta, Büyük Hizmetkâr, okuru bu korkuyla yüzleşmeye davet eden; efendinin çakıldığı finansal çöplükte yediği vurgundan, sezgi gücü yüksek, kavrayışı zengin okurun gönül gözüne sunulan, özgürce, korkusuzca yaşayabilmek ve sevebilmek arzusudur.
edebiyathaber.net (23 Haziran 2022)
“Dimitris Sotakis’in “Büyük Hizmetkâr”ı: Eril nevrotik bireyin özgürleşme sorunu | Emre Erbatur” üzerine bir yorum