Edebiyat başkaldırmaktır, der dururdum. Dururdum çünkü bu cümlenin hayatta karşılığı yoktu, varsa da çok zayıftı. Sonra hayat hiç görmeyeceğimizi sandığımız günler bahşetti bize ve gün doğumuyla birlikte kelimelere yepyeni, taze anlamlar yüklendi.
Politikaya, sanata, edebiyata, değdiği ağaçlara, değdiği her şeye dirilik kazandıracak bir su kaynağının başındaydık. Yüksek sesle slogan atmaktan yorulduğumuzda yanımızdakine şunu sormayı başardık: Bu başkaldırı kaç gün daha devam eder sence?
Oysa geçmişte yorganlarımızın altında büzülüp mutsuzuz, diye yakınıyorduk, yüreğimiz şişti diye, insanların pes etmişliğine baksana, yenildik ve umut yok herhalde diye. Ay, bakmayı unuttuğumuz gökyüzünde usul usul büyüyor, dolunaya evriliyordu o sırada ve geçtiği yolları unutmuş göçmen kuşlardan farksız, tedirginlik içinde ortalıkta dolanırken bir gün ansızın “direniş” deyiverdik, yeni konuşmaya başlamış bir çocuğun ağzından “anne”yi, “baba”yı çıkarışı gibi.
Bu dil ve akıl çözülmesinin edebiyata yansımalarının neler olacağını merak ediyoruz şimdi. Çünkü gerçekliğin kurgusu değiştiğinde, bu kurgunun içinde yol alarak başka dünyalar hayal eden edebiyatın da aynı kalması imkânsızdır. Bir perde açıldı kuşkusuz ve kapanması pek mümkün görünmüyor bundan sonra.
Yazar, okuyucuların özgürlüğüne çağrıda bulunmak için yazar, der Jean-Paul Sartre ve devam eder: “Yazmak, dünyanın üstündeki örtüleri kaldırmaktır”. Öyleyse, ona şu soruyu sormak hakkımızdır. “Dünyanın hangi görünüşünü örten perdeleri kaldırmak istiyorsun?”*
Güç ilişkilerinin, bizi kusturacak raddeye getiren yasakların, tecavüz, ensest, aile içi şiddet gırla giderken toplumu sarıp sarmalayan ikiyüzlülüğün, onurlu bir hayat sürdürme arzusunun üstünü örten perdeleri kaldırdı, sivil itaatsizliği bir istisna değil kural haline getiren Gezi direnişi. Önce dil başkaldırdı. Neler istediğimizi haykırdık, neler istemediğimizi, küfürlü sloganlar barlarda, sokak aralarında, parklarda kulaklarımızda uğuldadı. Utanmıyorduk, erkeklerin ve kadınların cinsel organları öfkemizin adıydı çünkü. Ve öfke İstanbul sokaklarında cinsiyetsizleşmişti.
Sonra temel alışkanlıklarımızı sorguladık. Özgürlük taleplerimizi yok sayan televizyonları kaldırıp pencereden atmayı önerenler oldu, süpermarketten değil mahalle bakkalından alışveriş yapmayı daha erdemli buldu bazı direnişçiler, tüketimin özgürlüğe değil köleliğe giden yol olduğunu hissettik kimi zaman ve nesnelerin biz onları kullandığımız, onlarla buluştuğumuz için var olduğu gerçeğini hatırladık bir kere daha. Misal: Sakince akıp giden nehrin kıyısındaki şu boyaları dökülmüş yeşil kayık, ne zaman ona binip kürekleri çekersek o zaman vardır.
Biz yazarlar içinse perde açıldığında gayet mühim bir soru belirdi gözlerimizin önünde. Neden yazıyoruz? Birileri okusun, birileri etkileşime girsin, sorular sorsun, paylaşsın, karşılık versin diye. Ya insanlar bunu gerçekleştirecek özgürlüğe sahip değilse, sorusunu soruyor Sartre. İşte o zaman yazdıklarımız anlamsızlaşacağından “Bir gün gelir, kalem durmak zorunda kalır”. Evimizde boş duvarlara sarf ettiğimiz sözleri böyle dönemlerde gider yaşadığımız sokağın duvarlarına yazarız, daha önce göz temasından öteye geçemediğimiz komşularımızla caddelerde aynı isyanı paylaşırız. Yani, Sartre’ın dediği gibi “yazmak özgürlük istemenin bir biçimi” ise kalem işe yaramadığında yazar farklı bir yoldan özgürlüğün peşine düşer.
Özgürlük, herkes için, her şey için gerekli olduğu kadar edebiyat için de gereklidir çünkü. Hatta en fazla onun için.
Madem öyle, raflardaki kitapların karşısına bir kere daha oturalım: Kanayan en derin yaralarımıza değmeyecekse, hayata dokunmayacaksa, toplumla insanla bağlarını kurmayacaksa neden yazıyoruz?
Nefes almak için mi? Eminim pek çok yazar aynı soruyu sıkça soruyor bugünlerde kendine. Çünkü nasıl bir örtü kalktı ve iktidara göbek bağıyla bağlanmış gazetecilerin, yeşil alanları rant peşinde gözü kapalı peşkeş çeken bürokratların, politikanın kendi hükümdarlıklarını ilan etmenin bir aracı olduğunu sanan siyasilerin maskesi düştüyse, eğlenceyi sanatı AVM’lere hapseden bir kültürün üzerinde yükselen edebiyatın da maskesi düştü. Hayatımıza, varoluşumuza dair ciddi bir uyanıştır söz konusu olan ve bu mücadelenin edebiyattaki yankılarının neler olacağı önemlidir.
Küçük de olsa bir uyanışın nüvelerini bu halk hareketinden önce de görmemiş miydik? Dersim gibi bastırılan, tabulaştırılan kimi konular popüler yaklaşımların kurbanı olmadan, edebiyat gibi edebiyat diyebileceğimiz has yaklaşımlarla masaya yatırılmamış mıydı daha önce de? Ama değerleri konusunda kimsenin kuşkusunun bulunmadığı bu yapıtlar, var olan güvensizlik ortamında yeterince inandırıcı olamadılar ne yazık ki. Zira hiçbir şey söylemeyen yazarların gölgesinde o romanlar da bir şey “söylemiyor”du. Edebiyat, entelijensiya inandırıcılığını kaybetmişti.
Okur kitap ilişkisindeki bu genel güven yitimi, pek çok bağlamda ayrı ayrı tartışılabilir. Ancak altını kalınca çizmemiz gereken nokta, okurun nedense yabancı yazarlı kitaplarda kendini daha çok görebildiği ve yerli yazarların kitaplarında ise yabancı bir memlekette gibi gezindiğidir.
Geçmişte hayatımızın içini boşaltan, çoraklaştıran bir değersizleştirme politikası edebiyatın da kısırlaşmasına, sahiciliğini yitirmesine neden olmuştu. Düşünürsek, cumhuriyetin başlangıcından bu yana iyileşmeyen en önemli yaralarımızdan biri olan din meselesi, karakterlerin çatıştığı bir durum olarak kaç kitapta karşımıza çıkar? Orhan Pamuk‘un Kar kitabını, Nedim Gürsel‘in Allah’ın Kızları kitabını ve İslami kesimin inancını bir hayatın üzerinden, ibret verici hikâyeler gibi anlatan romanları bunun dışında tutuyoruz tabii. Bir imkânsızlık olarak, bastırılmışlıklar olarak, bir tehdit, aşağılanma ve meydan okuma olarak dini kimlik, toplumu bölen neredeyse en önemli faydır halbuki.
Yaşadığı toplumun en temel meselelerine dair tek laf etmeyen edebiyat bugün miyadını doldurmuştur, diyebiliriz rahatça.
Kürt meselesi, kadın meselesi, üçüncü cins meselesi… Bundan böyle edebiyat yoksunluklarımıza, bedenlerimize, kaygılarımıza, kabuslarımıza, çatışmalarımıza, bizden alınanlara, bizi içten içe yakan dertlere, sancılara, yaşadığımız gerçek ve metaforik depremlere dair olmak zorundadır.
Kıyısız nehir yoktur, demişti Elias Cannetti. Kıyısız edebiyat da olamaz aynı şekilde. Öyleyse Gezi’nin yeşerttiği başkaldırı ikliminin diliyle konuşalım. Bu daha başlangıç. Kendi kültürümüzle bağımızı kuracak ve önce sokaklara sonra sayfalara yazılacak yeni bir edebiyatı da hep birlikte göreceğiz bundan sonra.
*Jean Paul Sartre, Edebiyat Nedir, Can Yayınları, 2005, s. 32
Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (19 Temmuz 2013)