
“… şaraplı göğsüyle
bir kadın gökte
ilerliyordu aceleyle
birdenbire konuştum
o da benle konuştu”
Serdar Koçak, Türk şiirinde çağdaş bir ses olarak kendini var ederken, olağanlığın sarsılmasıyla belirginleştiriyor anlatımını daha çok. Bir an, imge ya da bir duyumsama, beklenmedik biçimde dönüşerek sıradanlığı bozuyor. Koçak, anlamı doğrudan sunmuyor; sezdirmeyi, çağrıştırmayı, bazen de kırılmalara uğratarak yeniden kurmayı seçiyor. Dizelerinde fiziksel gerçeklik, soyut bir şiir düzlemine taşınırken, betimlemeleri de, duyulara dokunan canlılığıyla öne çıkıyor ama aynı zamanda alışılmadık bir tasvire de yaslanıyor. Yukarıdaki dizelerde belirginleşen ana izlek, karşılaşma ve anlık temasın yaratabileceği dönüşüm üzerine… Kadın, gökyüzünde ilerleyen bir varlık olarak sunuluyor; böylece tanıdık ve dünyevi bir kimlikten sıyrılıyor. Onunla iletişime geçen özne, sıradan bir sohbetin ötesine geçiyor. Belki de kozmik ya da soyut bir deneyimin eşiğindedir… Beklenmedik karşılaşmaların insanı dönüştürebileceğini düşündüren bir imgelem kuruyor Koçak. Şiir, gerçekliği aşan, bilinç akışı ve çağrışımlarla genişleyen bir imge örgüsüne sahip oluyor böylelikle. “Şaraplı göğüs” sözü, tensel bir sıcaklığı ve sarhoş edici bir duyguyu aynı anda çağrıştırıyor. Kadının gökyüzünde ilerleyişi, onun yeryüzüyle bağlarını kopardığını da düşündürüyor ayrıca… “Konuşma” eylemi yalnızca bir diyalog olarak kalmıyor; belki de şairin şiirle kurduğu mistik bağın bir yansımasına dönüşüyor. Koçak, bazen tekinsiz, bazen büyüleyici bir dünya kuruyor. Anlam ve varlık, birbirine dolanarak dönüşüyor. Anlık temas, evrensel bir açılıma kapı aralıyor. İnsan yalnızlığına karşı, dizelerin içinden yükselen bir ışık yakıyor. Öyle ki, kadının gökte ilerlemesi, olağan gerçekliği de bozuyor ve düşsel bir atmosfer yaratıyor aynı zamanda… Şair, bireyin iç dünyasını şiirsel bir devinime dönüştürürken, Éluard’ın aşkı ve varlığı soyut imgelerle işleyen şiir anlayışına da bir gönderme yapıyor belki de. Toplumsal gerçekliğe de vurgu var bu dizelerde: Gündelik yaşamın dayattığı ilişki biçimlerine karşı başkaldırı niteliği, bir özgürlük isteği…
“hayal kurmamam gerekir
çok uzakta endişeli
umutsuz kadınlar
beni gözlüyorlar”

Serdar Koçak’ın dizeleri, içsel çatışmayı ve toplumsal yükü de aynı anda taşıyor. Sözcüklerin ardında, insanın düşsel dünyasıyla sert gerçeklerin arasındaki gerilim belirginleşiyor. “Hayal kurmamam gerekir” diyor şair. Bir yasak, bir dayatma hissi var bu sözlerde… Ancak kim koyuyor bu yasağı? Kendi iç sesi mi, yoksa içinde yaşadığı toplum mu? Belki de gerçeklerin katılığı karşısında hayal kurmanın gerekliğine olduğuna inanıyor. Düşler, insana özgü en doğal sığınaklardan biri… Ancak burada geri çekilme ve dizginlenme var. Umudun kaybolacağından mı tedirgin yoksa? Belki de düşlerin ağırlığını taşıyamayacağından endişeli… Sonraki dizeler, bu çekingenliğin kaynağını açığa çıkarıyor: “Çok uzakta endişeli / umutsuz kadınlar.” Onlar, şairin düşlerini körelten gölgeler gibi duruyor. Uzak olmaları, fiziksel bir ayrılıktan çok, zamansal ya da duygusal ıraklık… Belki de geçmişin silinmeyen izleri onlar. Yaşanmış acılar, unutulmamış anılar… Kadınların seçilmiş olması da önemli. Çünkü kadınlar, yaşamı sürdüren ama en çok da acıyı içinde taşıyan varlıklar. Onların umutsuzluğu, büyük bir tükenişin işareti olabilir. Şairin hayal kurmasını engelleyen tek şey onların varlığı değil. “Beni gözlüyorlar” diyor son dizede. Gözlerin ağırlığı, denetleyici bir gölge gibi çöküyor. Özgürlüğü kısıtlayan, sürekli izleyen bakışlar… Orwellvari bir otoriteyi çağrıştırıyor ama burada baskıcı bir düzenin gözlemi yok. Acı çeken insanların sessiz tanıklığı var. Şair, onların varlığını unutamıyor. Hayal kurmak, kişisel bir kaçışa dönüşebilir. Oysa acıların ortasında düşlere sığınmak, etik bir yük taşıyor. Başkaları umutsuzluk içinde kıvranırken düşlere dalmak bir tür bencillik… İşte bu yüzden, o gözler hep şairin üzerinde. Kaçmasına izin vermiyorlar. Koçak, yalnızca kendisi için değil, başkalarının da acısını taşıyan tanık gibi anlatıyor. Belki de bu kadınlar, savaşın, göçün, yoksulluğun ya da başka bir toplumsal kırılmanın simgesi. Onlar düş kuramazken, şairin düşlere dalması bir haksızlık sanki. Burada sanatın etik yönüne dair sorgulama da var. Sanatçının görevi nedir? Gerçeklerden sıyrılıp yeni dünyalar yaratmak mı, yoksa gerçeğin sertliğini olduğu gibi anlatmak mı?..
“bana aşk sözcükleri söyle
tokat at tekmele
gözyaşlarımız karışsın
umarım her şey iyi olur”
İnsanın sancıları, toplumsal yarılmaları ve aşkın yıkıcı gücü bambaşka bir çizgide duruyor burada. Duygu, saf ve romantik bir anlatım yerine, sarsıcı imgelerle, fiziksel ve tinsel şiddetle baş başa… “Bana aşk sözcükleri söyle / tokat at, tekmele” dizeleri, sevmeyi yücelten bir anlatıdan uzak, aşkın acı ve şiddetle yoğrulduğunu imliyor okura. Aşk, bir huzur kaynağından öte yıkımı ve bedensel cezayı da beraberinde getiriyor. Geleneksel aşk algısına karşı durarak, onun salt duygusallıktan ibaret olmadığını, insana derin izler bırakan bir yük olduğunu ortaya koyuyor bu dizeler. Koçak’ın dizelerinde romantizm, insanın iç dünyasındaki karmaşalarla yoğun bağ içinde… Aşk ve acı, coşku ve yıkım, tutku ve şiddet birbirinden kopmaz bir bütün oluşturuyor. “Gözyaşlarımız karışsın” dizesiyle yaşanan acı, ortak bir duygunun parçasına dönüşüyor. Yalnızca tekil sıkıntının değil, toplumsal sarsıntının da sesi ayrıca… Diğer yandan Serdar Koçak, okuyucuya alışılagelmiş söylemleri bıraktırıyor, onu şiirin sertliğine ve sarsıcı gerçekliğine davet ediyor. “Aşk sözcükleri” ile “tokat at, tekmele” söylemleri yan yana geldiğinde, tersliklerin nasıl bütünleştiği görülüyor. Aşk, her zaman yumuşacık bir duygu değil; bazen yaralayan, bazen de yakıp geçen bir deneyim. Koçak’ın dili, zaman zaman sürrealist ve dadaist etkiler de taşıyor. Anlam, alışılmış yapılardan kurtarılıyor; beklenmedik bir söylemle sonlandırılıyor. “Umarım her şey iyi olur” dizesi, ironik bir son vuruş yaparak, dizeler boyunca kurulan gerilimi taçlandırıyor. Şiddetin ve yıkımın ardından gelen bu belirsiz umut, kaygı dolu bir çelişkiyi de beraberinde getiriyor. Tarih boyunca aşk, çeşitli dönemlerde farklı içeriklerle yüklü. Örneğin, Antik Yunan’ın Eros ve Thanatos’u, yani aşk ve ölümü iç içe düşünmesi gibi, Koçak’ın dizelerinde de aşk ile şiddet birbirinden ayrılamıyor. Aşk, aynı zamanda bir mücadele alanı. Nietzsche’nin “güç istenci” kavramına yaklaşan bir gerilim de sözkonusu… İnsan, en saf duygularını bile gücün bir parçasına dönüştürme eğilimindedir hep. Aşk, burada insanın özgürlüğünü elinden alan, onu güç savaşına çeken bir alan haline geliyor…
“sokaklarda savaş vardı
birbirimizden şüphelenirdik
tuzlama içtiğimiz
âşık hayran olduğumuz
birbirimizden şüphelenirdik”
Sokaklarda savaş var. Serdar Koçak böyle diyor. Sıradan bir durum anlatır gibi değil ama. Savaşın sesi, insanların suskunluğunda can buluyor. Şüphe her yerde… Birbirimizi süzüyoruz, anılarımızı tartıyoruz, sözlerin ardına bakıyoruz. Koçak’ın dizelerinde yalnızca bir kentin çalkantısı yok; bir çağın, bir kuşağın, belki de insanlık tarihinin tekrarlanan tedirginliği var. Koçak, bu dizelerini bir anlatım öte sarsıntıların öznesi olarak kuruyor. Sözcükleri dizmek yerine, onları yerinden oynatıyor. Anlatı, bir bütün olarak değil, parçalar hâlinde ilerliyor. “Birbirimizden şüphelenirdik” diyor iki kez… Şüphe, tekrarla büyüyen bir duygu bazen de. İnsan ne kadar çok yinelerse, o kadar çok inanmaya başlıyor. Güvensizlik çoğalarak yayılıyor. Savaş, şiirin içinde hem var hem yok. Sokaklarda ama aynı zamanda insanların bakışlarında. Toplumsal bellekten kopup gelmiş bir iz gibi. Şiirin içinde yürüdükçe, tarihin gölgesi uzuyor. Darbeler, ayaklanmalar, isyanlar… Bunların hepsi Koçak’ın dizelerinin alt katmanında duruyor. Ama şiir tarih anlatmaz, doğrudan söylemez. O yüzden “tuzlama içtiğimiz” diyor. Günlük, sıradan, alışkanlığa dönüşmüş bir şeyin ortasında, savaşın da sıradanlaştığını anımsatıyor. Gerçek şu ki: Bu dizeler, modern zamanların soğuk gerçeğini taşıyor. İnsanın kendine bile güvenemediği bir çağda, sokaklar nasıl güvenli olsun ki? Şüphe, politik bir baskının sonucu olmasına karşılık, insanın kendi varlığına duyduğu güvensizliğin ve yaşamın anlamını kaybetmesinin bir sonucudur da aynı zamanda. Koçak, bireyin yalnızca devletle, toplumla değil, kendi içindeki boşlukla da savaştığını söylüyor. Sonuçta Serdar Koçak, modern insanın içine yerleşmiş bu güvensizliği, tek bir dizede toplayabiliyor: “Birbirimizden şüphelenirdik.” Ve biz de okudukça bu şüphenin içinde kayboluyoruz…
edebiyathaber.net (10 Nisan 2025)