“Birazdan ayrılacak yolumuz
Tek söz etmeden
Ölümü hatırlamayan
Kırık bir heykel gibi
Bakmadan ardımıza”
Kadir Aydemir, keskin duyguyu, ayrılığın kıyısında duran iki insanın sözsüzlüğünden alarak yalın imgelerle yeniden yaratıyor. Şiirin evreninde ayrılığın gerçekliği somutlanıyor, ayrılık sözcüklerden arınıyor ve dilin dışına taşarak var oluyor. Yol ayrımı, ölümsüz sanılan anların ortasında varlığı hatırlatan bir işaret levhası… Şairin şiir evreninde ölüme uzaktan bakmak, onu anımsamamak, yaşamın en can alıcı gerçeğini göz ardı etmek anlamına geliyor. Bu nedenle dizelerde yer bulan “ölümü hatırlamayan” anlatımı, şiirin dünyasında bellek kaybından çok daha derin bir unutkanlığı imliyor: yaşamın kırılganlığını, geçiciliğini algılayamayan bir zihin durumunu… Böylesi bir unutkanlık, yalnızlığı ve uzaklığı çoğaltan, bakışları keskinleştiren acı bir hal alıyor. Ölümü anımsamamanın anlamı, yaşamı eksik bırakmakta ve şair bunu yalın ve doğrudan imgelerle yeniden yaratmakta… Kırık bir heykelin parçalanmış bedenini düşlemek, Aydemir’in şiir dilinde yabancılaşmış, yıpranmış ilişkilerin simgesi olarak yükseliyor. Heykel, özünde estetik bir yaratımın somut hali olarak beliriyor, ama kırık heykel imgesi, güzellikten çok yitimle anılmakta… Şiirde heykelin kırılması, biçimin bozulmasıyla birlikte anlamın, ilişkilerin, hatta insanın kendisinin yıpranması. Kırık heykelin duruşu, iletişimsizliğin, söylenmemiş sözlerin, bitmemiş cümlelerin, dile gelmeyen duyguların izdüşümü olarak şiire giriyor. Şairin dizelerinde geçen “tek söz etmeden” anlatımı, ayrılığın yarattığı duygusal kopuşu güçlendirmekte… Sözcüklerin tükenmişliği, dilin sınırlanmışlığı olarak şiirde varlık kazanıyor. Kadir Aydemir’in şiirinde sözcükler, söylenmemiş sözlerin ağırlığında anlamını bulmakta, şiir, suskunluklardan çoğalan görüntü kümeleriyle beslenmekte. Söylemin kısıtlanması, insan ilişkilerinde anlaşmazlığın, iletişimsizliğin, içsel kopukluğun imgesi olarak şiirde yeniden doğuyor. Dizeye yerleşmiş olan “bakmadan ardımıza” durumu ise keskin bir kopuşun, geçmişe yüz çevirmiş bir yaşam biçiminin temsilini oluşturmakta. Ardına bakmamak, geçmişi reddetmekten çok anıların yükünden kurtulma isteğini anlatıyor şairin dünyasında… Aydemir’in şiir anlayışı, sözcükleri günlük anlamlarından sıyırarak onlara yeni anlam katmanları eklemekte yatıyor. Şiirin dili, iç dünya coğrafyalarının haritasını çizen yalın ama yoğun derinlikle örülü alanlar yaratmakta. Şairin şiir evreninde anlatımlar; alışılmış anlamları aşarak, okuru çok katmanlı çağrışımların ortasına bırakmak… Bu dizelerde de ayrılık, unutkanlık, suskunluk ve yabancılaşma imleriyle şiir, insanı iç dünyasının derinliklerine çeken bir kapı işlevi görüyor. Ayrılığın yoluna dökülen şiir, içimizde kırılan heykelleri, söylenmemiş sözleri, unutulan yaşamı anımsatıyor. Bu yönüyle Aydemir, sözcüklerin ardına saklanan anlamların çok katmanlı dünyasını, yeni yollara, yeni arayışlara bırakıyor…
“Ölümün gömüldüğü tarla
Sürülmüş güneşle
Artık yorgun.”
Kadir Aydemir’in dizeleri, yaşamla ölüm arasında gerilmiş o sarsıcı sınırda dolaşarak; birbirinden ayrıksı gibi duran sözcükleri imgesel bir örgüde buluşturup, yoğun ve katmanlı bir şiirsel atmosfer kuruyor. Her şeyden önce “Ölümün gömüldüğü tarla” ile karşı karşıya kalıyor okur… Alışılagelmiş düzlemde insan ölüme gömülmekteyken, bu dizede ölümün kendisi toprağa veriliyor; böylece gerçeklik, yerinden edilerek tersyüz oluyor. Bu şiirsel kırılma, okuru alışkanlıkların durağanlığından çekip çıkarıyor ve onu düşünsel bir derinliğe, sarsıcı iç yolculuğa yöneltiyor. Ölümün gömülmesi, yaşama dair güçlü ve derin çağrışımları da barındırıyor içinde. Çünkü eğer ölüm gömülüyorsa, buradan yaşama dair filizlenen umudun ve yeniden doğuşun tohumu atılıyor toprağa… Bu tarla, sonsuz bir devinimin, sürekli yenilenen yaratımın toprağı artık. Tarlanın sürülmüş oluşu, özellikle güneşle ilişkilendirildiğinde daha güçlü bir anlam kazanıyor. Güneş, tarlayı sürer gibi toprağı ışığıyla delip geçiyor; ışıkla sürülmüş bir toprak, varlığın, yeniden yeşermenin, sürekliliğin imgesi… aynı zamanda değiştirici, dönüştürücü, yaşam veren bir güç oluyor. Öyle ki güneş metaforu, toprağı sürerken hem yaşama ait belirtilere can veriyor hem de ölümü içine alıp öğüten, onu yaşam lehine dönüştüreni çağırıyor. Ölümün toprakta gömülü oluşu, ölümü de ebedi bir dinlenmeye davet ediyor, sanki ölümün bile dinlenmeye, uykuya ihtiyacı varmış gibi… İnsan, sonsuzluk karşısındaki ürpertisiyle yaşama olan tutkulu bağlılığı arasında gidip geliyor böylece. Son dize “Artık yorgun” söylemi okuru iyice sarsıyor. Bu dizenin vurgusu, güneşin yorulmasına bir göndermede bulunuyor belki de; güneşin bitmek bilmez döngüsüne, var olanın sürekli hareketine ya da dönüşümün tükenmişliğine… Güneş, bu sonsuzluk içerisinde her gün toprağı sürerken, zamanla yorulmuyor mu? Bu yorgunluk, aslında yaşamın kendi içinde taşıdığı, durmaksızın yeniden başlamaya mecbur kılınmanın yorgunluğu oluyor biraz da… Yenilenmek, sürmek, yeniden yaratmak, yeniden doğurmak; bütün bunların bitimsiz tekrarına katlanmak, yaşamın eylemi içerisinde bir tür çaresizliğe dönüşüyor. Belki de buradaki yorgunluk, en derin haliyle bir başkaldırı… Her şeye rağmen yaşamakta ısrar eden insanın, bitimsiz yinelenmeler karşısında duyduğu o ince, buruk bitiş duygusuna…
“Orada işte eski bir ses
Ağaçların kaburgası
Ne tadı, ne kokusu var
Rüzgârın ağına takılan şeylerin”
“Orada işte eski bir ses” belleğin usulca kıyısına oturmuş; anımsanmakla unutulmak arasındaki ince çizgide varlığını sürdürüyor. Kadir Aydemir, şiirinde geçmişin soluklanmış tınılarını anın içine taşıyarak zamanın aşındırdığı duyumları yeniden yaratmakta… Dizeye düşen bu ses, mekânla örtüşüp eskiyerek varoluşun sınırına yanaşıyor. Orada işte eski bir ses, okurun gözünde tüm netliğini yitirip donuk bir resme dönüşüyor, duyulan ama tam anlamıyla kavranamayan bir özlem, insanı kendisine çağırıyor. Aydemir’in şiiri doğayı özenle işler. Ancak doğa, burada yalnızca pastoral dokularla işlenmiyor; doğanın varlığı, insanın iç dünyasına, belleğinin kırılganlığına açılan bir kapıya dönüşüyor. Şair, mekânları ve nesneleri kişiselleştirerek onları şiirin kalbine yerleştirir… “Ağaçların kaburgası” dizesinde bu imgelem, doğanın ve insan bedeninin birbirine dolandığı noktada anlamını bulmakta. Ağaçların bedenleşmesi, doğayı bir anatomi kitabından alınmışcasına algılanabilir kılar… Bu benzetme, yaşamın ve ölümün, dirilişin ve tükenişin karşıtlıklarını şiirde buluşturur. Aydemir’in anlayışı, görüntüyü dizelerin derinliğine yerleştirirken anlamı şiirsel duyarlılıkla sezdirme biçiminde ilerliyor… Şairin dizelerinde dolanan görsel ve duyusal imgeler, okurun zihninde ucu açık, tamamlanmayı bekleyen sorular bırakıyor. Bu dizelerde şair, bilinmezliğin alanına adım atıp okurunu cevapsız bırakılan sorularla karşı karşıya getiriyor. “Ne tadı, ne kokusu var” dizesinde olduğu üzere, varlığın tanımlanamazlığını kabul ediyor ve anlamı görünür olanın ötesinde arıyor. Böylece şiir, somut nesneleri soyut kavramlarla buluşturarak yeni anlam katmanları yaratmakta… “Rüzgârın ağına takılan şeylerin” imgesi de bunu destekliyor. Rüzgâr, burada görünmezliğin örüntüsünü oluşturarak kendi şiirsel gerçekliğini dokuyor; kavranamaz, tutulamaz şeylerin şiiri, rüzgârda askıda kalıyor. Şair, şiirinde ele geçmeyeni, tanımlanamayanı sürekli olarak görünür kılmaya çalışmakta; ama bu görünürlük elle dokunulur cinsten olmayıp daha çok sezgi ve iç görüye yaslanmakta… Kadir Aydemir’in şiire bakışındaki gerçeklik, şiir tarafından sürekli yeniden yorumlanan bir kavram. Şair, görünen dünyaya bağlılık göstermiyor, görünmeyenin şiirini yazıyor. Böylece şiiri, kesinliklerden uzak, sürekli devinen ve muğlak olanı tercih etmekte. Orada işte eski bir ses, aynı zamanda şiirin kendisini de temsil eder: şiir, daima uzakta kalan, tanımlanamayan ama varlığı hissedilen bir oluş olarak belirir…
“Bu evden çıktı bir ölü
Çatıyı saran otlar, soğuk kiremitler
Çiçeklerin açtığını görmeden
Kış bu evden donarak çıktı.”
Kadir Aydemir’in şiiri, dilin içindeki ıssızlığı ve ölümün soğukluğunu incelikle dolaşıyor. Sözcükleri arasına gizlenmiş anlık imgelerle yaşamın sonlanışına dair sarsıcı anılar bırakıyor. Soğuk kiremitlerin altında uyuyan öyküler, yaşamın içinden dışarıya sızıyor: “Bu evden çıktı bir ölü,” dizelerinde ölümün yaşama karıştığı bir sınır çizgisi belirmekte… Şairin, yaşamla ölüm arasındaki belirsiz sınıra yerleşen imgeleri şiirinde ustaca kullandığını, evin içindeki yaşam belirtilerinin ansızın durduğunu görmekteyiz… Dizelerin atmosferi, kışın keskin soğuğu altında ağır ağır beliren unutulmuşluk duygusunu duyumsatıyor. “Çatıyı saran otlar, soğuk kiremitler,” söylemiyle şair, doğanın insan üretimi yapıtlar üzerinde kurduğu egemenliğini vurguluyor. Bu otlar, insanın kayıtsızlığıyla besleniyor, yaşamın sıcaklığı çekilip gittikten sonra evin üzerine yerleşiyor. Kiremitlerin soğukluğu, şiirin içinde bir ölüm belirtisi olmaktan çıkıp yalnızlığın ve ayrılığın dokusuna karışmakta… Aydemir’e göre şiir, yalnızca duyguların dışavurumu olmaktan öteye geçip, yaşamı çevreleyen imgelerle dokunur. Dizelerde örtülü duran imgeler, şiirin okurda bıraktığı izleri çoğaltıyor. Şair, şiirinin anlamını sürekli olarak genişletiyor ve her okunuşta yeni bir anımsama katıyor dizelere. Bu anlatımda imgeler, yaşamın kıyısından tutup, ölüme dokunan ve okuru içsel yolculuklara sürükleyen işaretlere dönüşüyor. “Çiçeklerin açtığını görmeden,” diye seslenen şair, insanın zamansız gidişini, tamamlanmamışlığını ve düşlerin yarıda kalışını vurgulamakta. Şair için yaşam, çiçeklerin açışını görmekle anlamlanıyor, ama bu anlam, sözkonusu evde asla tamamlanmıyor. Yaşam, dizelerde donarak kalıyor ve kışın soğuk yüzüyle karşılaşıyor. Dizelerin içindeki soğukluk, dış dünyaya ait olmayıp, içsel bir donmayı da işaret etmekte… Bu içsel donma, yalnızlığın ve ayrılığın betimlenmesi olarak belirmekte ve şiirin derinliklerinde yolculuk eden okurun zihninde genişleyerek yeni anlamlara kapılar açıyor. “Kış bu evden donarak çıktı,” dizesi ise, şiirin yarattığı en güçlü görüntü olarak kalıyor. Bu evin içinden kışın bile donarak çıktığını görmek, şiirin soğukluğunu artırırken, ölümün yıkıcı soğukluğunu da daha belirgin hale getiriyor. Dize, yaşamın sıcaklığını emip, ardında geride kalanlara yabancı bir soğukluk bırakıyor. Bu yabancılık duygusu, insanın yaşamdan çekilip gittiği her yerde, geride kalanların içinde büyüyerek çoğalmakta… Aydemir’in şiiri, dilin üzerinde ince işlenmiş imgelerle, ölümün acısını yaşamın doğallığı içinde sunmakta ve böylece insana ait olanı, yani ayrılığı, unutulmuşluğu, yarımlığı yüceltmekte… Bu yüzden Kadir Aydemir neredeyse her şiiriyle, yaşamın geçiciliği karşısında insanın içine bıraktığı soğuklukla, ölümle ve unutulmuşlukla bizi yüzleştirmeye devam ediyor…
(Kadir Aydemir/ Yitirilmiş Şeyler Arasında / Yitik Ülke Yayınları)