“Kızıltoprak hikâyeleri” adı altında bir araya getirdiğim öyküler, Ankara Seyranbağları yakınında hayalî bir mahallede geçiyor; Kızıltoprak’ta. “Geçiyor” derken, bazıları gerçekten orada geçiyor, bazıları da oradan. Bu curcuna mahalleye dair öyküler birbirinden bağımsız olarak da okunabilir, bir bütün olarak da. Orada dışlanmışlar var, alttakiler ve şimdiye dek edebiyata pek konu edilmemişler.
—————————————————————————————
Sene 1988. Memlekette yaprak kımıldamazken Kızıltoprak eniğinden cücüğüne kadar solcu. O yıllarda, aşağı mahallenin bebeleri -dudaklı anlamına gelen- “Dodahlılar Mahallesi” diyerek bizim mahalleyle dalga geçerlerdi. Nerden mi çıkmıştı “dodahlı”? Saçma sapan bi’ şeyden işte: Mahallenin otobüsü 333 numaraydı. Seks sembolü değilseniz, öyle kolay söylenmiyordu yani 333. Dudağınızı büze büze… Onların otobüsü 127 numaraydı. Söylerken dudaklarını öpücük pozisyonuna getirme gibi bir dertleri yoktu tabii. Şerefsizler yapıştırıverdiler lakabı! Bi’ de eğleniyorlar, öyle böyle değil: Dodahlı aşağı, dodahlı yukarı… Laf bu, yerinde durmaz, hoplaya zıplaya okula da taşındı. Örneğin, Ahmet diye birinden bahsedilirdi, “Hangi Ahmet?” diye sorulduğunda da “Dodahlılardan Ahmet” denirdi.
Belediye ne patlak lağımla ilgilendi ne parkın salıncaklarını taktı. Millet yıllarca salıncak demirine maymun gibi tırmandı kardeşim, yeri geldi barfiks müsabakası düzenledi oracıkta. Neyse, bunlar başka… Belediyenin mahalleye en büyük hizmeti otobüslerin numarasını değiştirmek oldu. 2116 imzayla belediyeye başvurduğumuzda kundaktaki bebeleri de sayarsak Kızıltepe’nin nüfusu bin beş yüz ya var ya yok.
O günü dün gibi hatırlarım. Yaşlıları ve kadınları öne sürerek belediye kapısına elliye yakın “Dodahlı” başvurduğunda, belediye başkanı imzaların bulunduğu dosyadaki 2216 sayısına bakıp muhtara, “Ne iş?” der gibi göz kırptı. “Biraz kalabalık gördüm sizi muhtar.” Muhtar, adamın dediğini anlamamış ayağına yatıp bizleri gösterdi: “Başkanım, seçimlerde desteğimiz mahallecek sizeydi biliyonuz, şimdi de imzamızın arkasında duruyoz.” Eee, tabii adam cin, beş dönemdir muhtar, kime nasıl bağlama çekeceğini iyi biliyor.
Otobüs numarası değişti değişmesine ama bu sefer de 999 oldu. Dudaklarımız şiştikçe şişti. Nâmımız aldı yürüdü. Hatta çeşitlendi: Bazı yerlerde “Dodahlılar” dediler, bazı yerlerde “Balon Dodahlılar”, başka yerlerde ise “Uzun Dodahlılar”… Bu ne lan, Kızılderili kabilesine döndük avradını sikiyim!
Aşağı mahallenin piçleri, “Kızıltopraklı-laaar, götten Dodahlı-laar” ile başlayan bir marş bile uydurdular. Biz de karşılık verdik tabii, altta mı kalacaz: “Kızıltoprak-lıyııız, iri yarak-lıyııız”
Oldu, böyle şeyler olmadı değil, ama bunlar başka.
Belediye başkanına küfrede küfrede Kızılay’dan bu otobüslerle gelirdik. Kolej, Seyran, oradan da Kızıltoprak. Mahalledeki durakta kırklı yaşlarda bir adam beklerdi: Ali Haydar. Mahalleli Mecnun derdi, biz de derdik tabii. Pek konuşmazdı. Halk otobüslerinin bozuk para ihtiyacını giderirdi. Birer liralık 19 lira verir, bütün yirmi kâğıdı kapardı. Coşa geldiğinde trafik polisi pozlarına girdiği de oluyordu ya, o başka.
Deli mi, akıllı mı, yoksa veli mi bir türlü çözemezdik. Bu halde olmasıyla ilgili türlü söylentiler dolanırdı: Terzi İbrahim, “Uzaktan akrabası bi’ kıza sevdalanmış, karasevda dedikleri cinsten, kızı vermemişler, bi’ süre sonra da evlendirmişler, apar topar yani, işte o günden sonra Ali Haydar, bildiğin Mecnun’a dönmüş,” derdi.
Kadın ne demekmiş, bi’ güzel göstererek üç kocayı afiyetle yemiş Afet Kerime’nin -nereye baksa- gördüğü elbette yatak dışında bir şey değildi. Belki de Ali Haydar için, “Karısını öz kardeşiyle aynı yatakta yakalamış, bi’ şey demeden kapıyı çekip gitmiş, bi’ daha da eve uğramamış, o gün bugündür böyle işte!” demesi tam da bu yüzdendi.
O günlerde mahallede siyasi çalışma yürüten yolculardan Sinan, “Geçen konuştu bizle, 12 Eylül’de içeri almışlar abimizi, o zamanlar düzenli geri çekilme taktiği uyguluyoruz tabii, işkence tezgâhından geçmiş ama tık yok, aslanlar gibi, ağzından tek kelime alamamışlar abimizin, zamanla psikolojisi bozulmuş, böyle suskun kalmış garibim,” derdi.
Dedim ya, alayımız solcuyduk; konduların, bahçelerin duvarları tam on yedi siyasetin sloganıyla süslüydü. Sezen Aksu ’88 albümünün çıktığı yıl, Kızıltoprak’ta içinde “halk” kelimesi geçmeyen cümlenin kurulmadığı, kurulsa bile pek itibar görmediği günlere denk düşer. Misal, “Nereye gidiyorsun?” sorusunun muhtemel cevabı şöyle olurdu: “Halkımızla birlikte Kızılay’a!”
“Hayırdır, ne işin var Kızılay’da kardeş?”
“Halkbank yakınında bi’ yere gidecem de…”
“Şimdi mi gidiyorsun?”
“Az sonra, üçteki halk otobüsüyle…”
Adımızı Dodahlıya çıkaran, önce 333 sonra 999 numaralı özel halk otobüsü mahalle sınırına girdi mi -ortada yazılı olmayan bir kural varmışçasına- müziğin sesi sonuna kadar açılırdı. Belli ki fakir semti şoförde, muavinde bi’ rahatlama sağlıyordu: Kravatı çöz, camı, müziği aç, sigarayı yak… Kızılay’da yapamazsın bunları tabii.
Günlerden bir gün mahalle girişinde Ali Haydar otobüse bindi. Sezen Aksu, içeriyi inletiyor: “Aşk için ölmeli, aşk, o zamaaan aşk!” Bozuk paraları verdi. Yirmiliği cebe indirip ortalara doğru yürümeye başladı. Birdenbire önemli bir şey hatırlamış gibi dönerek elini müziğin geldiği yöne uzatıp bağırıverdi: “Amına goduğumun garısı, aşk neymiş, aşk için ölüyon, halkın için ölsene lan!”
Emrah Polat – edebiyathaber.net (24 Nisan 2015)