Doğanın karşı konulmaz iradesi | Havanur Taflan

Mayıs 20, 2020

Doğanın karşı konulmaz iradesi | Havanur Taflan

Fransız ihtilaline dair birçok tarih kitabında bulabileceğimiz bir olay; olaylarla dolu geçen dört yılın ardından 16.Louıs’in idam edileceği dramatik bir gün. Sabahın erken saatlerinde trompet sesleri arasında kralın Concorde Meydanına olan yolculuğu. Alanda, giyotin, sabırsız bir kalabalığın yükselen sesleri… Kralın kanlı başı sepete yuvarlandığında kalabalıktan tek ağızdan gelircesine müthiş bir sevinç çığlığı…

Concorde Meydanından bir taş atımı mesafede, Seine kıyılarına dizilmiş balıkçılar, o unutulmaz tarihi anlarda tıpkı normal günlerinde yaptıkları gibi hiçbir şeyi umursamaksızın balık avlıyorlar. Eşsiz sahneye sırtlarını dönmüşler ve tüm dikkatlerini ağlarına takılan balıklarına vermişler. Kalabalığın sevinç çığlıklarını duyduklarında bile tepkisizler.

Yarının Tarihi kitabında Stefan Zweig böyle yazıyor.

Ne bencil bir umursamazlık… Çoğumuz böyle düşündü biliyorum. Tüm Parisliler dükkânlarını kapamış, bu tarihi olaya tanıklık etmek belki de öfkelerini kusmak amacıyla meydana toplandıkları zaman, tarihin bu büyük olayına rağmen balık avlamak gibi önemsiz, asla aciliyeti olmayan bir işle uğraşmak nasıl açıklanabilir. Bunun nedeni tanıklık ettiğimiz ve alıştığımız için tanımlayamadığımız umarsızlığımız mı? Zweig bu soruyu hepimizin düşünmesini istiyor.

Zweig’a göre; tarihi, ancak kendileri yaşamış olanlar gerçek anlamıyla okuyabilir. Biz de yaşadığımız her an, kendi tarihimizi oluşturuyoruz aslında. Yakın zamanda yaşadığımız tüm olaylar tarihin tozlu sayfalarına doğru yola çıktı çoktan. (Son günlerde yaşadığımız pandemiden sonra yeni bir dünya düzenini yaratabilecek miyiz sorusu bile tarihin malzemesi olmaya başladı.)

… gelecek kuşakların gençliği, dünyanın geçirdiği bu en büyük sarsıntının tanıkları ve katılımcıları olduğumuzdan ötürü bizi ölçüsüzce kıskanacak… (Acaba bizi de kıskanacaklar mı diye düşünmeden edemiyorum) diye yazıyor yazar kitabında.

Peki, bugünü yaşayanlar yani bizler olup bitenlere tam anlamıyla ilgi gösteriyor muyuz? Daha da önemlisi onun sorduğu gibi, her gün, her saat, ruhumuzun tüm açıklığıyla, hızla birbirinin peşine gelen (onun çağından daha hızlı) bütün bu olayları izleyebilecek kadar gücümüz, yeterince içtenliğimiz var mı? Bence sadece seyrediyoruz. Hiçbirimiz tarihi değil, de yalnızca kendi yaşamımızı yaşıyoruz. Tarihe olan katkımız da sosyal medyadaki beğenilerimiz ve paylaşımlarımız kadar.

Zamanı yaşamaktan çok unutmak için yaşıyoruz diyen Zweig’ın insancı ahlak deyimi kendi çağının insanlarını yargılarken kullandığı bir deyim. Evet, insancı ahlak bugün de sahip olmadığımız bir şey. Seine Kıyısındaki balıkçıları gibi arkamızı dönüp bakıyor (Gerçi onları suçlamıyor yazar). Sonra devam ediyoruz gündelik yaşama umarsızca… Bu durum hepimiz adına utanç verici galiba.  Onca yaşadığımız acı tecrübeler hiçbir şeyi değiştirmedi ve yaşadığımız tüm bunları çoktan unuttuk bile.

Dünya çapındaki felaketler devam ettikçe, acı çekmek acı çekenlerle birlikte duyumsamak arasındaki orantının adil olmaktan o ölçüde uzaklaştığını görüyoruz. Her şeyi birlikte duyumsamamaktan olsa gerek, zamanın insanlarıyla birlikte insani acıları yaşama gücümüzü de kaybettik Zweig’ın dediği gibi. (Bundan duyduğu acı onun intihara giden yolculuğunu hazırlamıştır.) Peki bunun sebebi ne?

Zaman sınırı, tragedyanın bir kuralıdır. Çünkü trajik olan ölçüsüzce yoğunlaştığında seyirciyi sarsma yeteneğini yitirir. Çevremizdeki olup biten olaylara, görünüşte yeterince katılımda bulunmuyorsak, bunun nedeni insan olmayışımız değil tersine insan oluşumuzdur. Her birimiz ancak tek bir yüreğimizle, yıkımın belli bir derecesinden fazlasını içinde barındıramayan küçücük daracık yüreğimizle insanız onun deyişiyle. Yeterince duyumsamıyor değiliz. Çok fazla şey olup bitiyor dünyada. Düşüncelerimizi bir süre için olanlardan uzaklaştırdığımızda (asıl neden bu), duygularımız artık yanıt vermediğinde, eksikliğini çektiğimiz şey iyi niyet değil sadece güç…

Ama insanlığın büyük çoğunluğunun, olağanüstü her olaya olabildiğince katılma konusunda en dürüst niyetin taşıyıcıları olduğunu, diğer taraftan da hepimizin, doğanın katılma yeteneğimizi bilgece bir ekonomiyle sınırlayan, daha yüce bir yasasına boyun eğmekle yükümlü olduğumuzu da unutmayalım.

 Seine Kıyısındaki balıkçılara haksızlık etmeyelim Onların, ihtilalin ilk yıllarında olaya tanıklık etselerdi diğer insanların yaptıklarını yapacaklarını, genel coşkunun içinde aynı duygularla kalabalığın içerisinde olacaklarını, İhtilalin dördüncü yılında bu küçük anonim insanlar olarak yaşadıkları tarihi dönemde, belki de ne kadar değersiz, ne kadar güçsüz olduklarının bilincine vardıklarından, çevrelerindeki olaylara karşı duyarsızdılar.

Zweig’a göre onlar, o döneme hizmet etmenin en iyi yolunu, anlamını çözemedikleri politik olaylara anlamsız gözlerle izlemek yerine, yeni olmayan günlük işlerine bakmak olduklarını anlamışlardı. Yaşam süreklilik ister. Doğa bu sürekliliğin kesintiye uğramasına asla izin vermez ve bazıları umursamaksızın dünyayı yıkarken, ötekilerden de günlük çalışmalarını sabırla sürdürmelerini talep eder. (Bugün birileri ölürken diğerlerinin çalışmak zorunda olması bununla açıklanabilir galiba.) Bizler kimi zaman umursamaz görünüyorsak, bunun suçu yaratıklarımız karşısında kayıtsız kalan doğaya aittir. (Gerçi doğa da artık kayıtsız kalmayıp bizi cezalandırmaya başladı.)

Anlayacağınız; tüm olumsuzluklar yaşanırken gündelik yaşamımıza devam edip, dünyanın yıkıntılarına bakmadan, yeni ve daha iyi bir dünya inşa etmeye çalıştığımız da (bizim bozduğumuz)  yalnızca doğanın karşı çıkılmaz buyruğunu dinlemiş oluyoruz.

Tüm suç, iradesi süreklilik olan doğanın yani. (Bu suçtan da aklandık ya neyse…)

Havanur Taflan – edebiyathaber.net (20 Mayıs 2020)

Yorum yapın