Bir dersimde, yeni okuduğum Şebnem İşigüzel’in “Gözyaşı Konağı: Ada 1876” romanından söz ediyordum. Öğrencilerimden biri şu soruyu yöneltmişti: “O dönemin gerçeğini nasıl biliyor da anlatıyor?”
Yanıtı kolay olmakla birlikte açıklaması zordu. Gene de, Antonioni Tabucchi’nin benzersiz romanı “Pereira İddia Ediyor”daki şu sözlerini hatırlatmıştım önce:
“Felsefe sadece gerçekle uğraştığı izlenimini verir, ama belki de düşlemleri dile getirir, edebiyatsa sadece düşlemlerle uğraştığı izlenimini verir, ama belki de doğruyu dile getirir.”
Sonra onu şöyle yanıtlamıştım: Gerçeğin peşinden giden yazar; doğruyu arar, araştırır, sorar, sorgular… İşigüzel’in yaptığı da bu: o günü anlatarak bugüne ayna tutuyor.
Kuşkusuz o “doğru” yazarın/romancının görüp algıladığı, düşlemleyip kurduğudur.
İşigüzel nasıl ki 1876 Türkiyesi’ndeki kadını romanının odağına oturtup o dönemin “doğru”larını anlatmaya çalışıyorsa; Tabucchi de 1938 Portekizi’nde bir aydını romanın ana figürü kılarak Salazar döneminin gerçeğindeki “doğru”ları yansıtıyor.
Evet, her şey çok uzakta
Doğu’ya yolculuktan döndükten sonra; evet, her şeyin çok uzakta, ama bir o kadar da yakında olduğunu gördüğümü söyleyebilirim.
Doğu’ya, en Doğu’ya gittikçe nelerden uzak olduğumuzu; Batı’ya dönünce de nelere yakın durduğumuzu gördüm.
Gitmeden o iki “uzak”lığı/ “mesafe”yi görmek pek mümkün değil.
Geçenlerde “Toprağın Tozu” belgeselini izlerken, Brezilyalı fotoğraf sanatçısı Sebastião Salgado’nun (1944) yeryüzü tanıklığının ivmesinin “gitmek” ve “görmek” oluşu, bunu da yansıtma biçimi sarsıcı gelmişti bana.
Onun gözüyle dünyanın acısına /kederine bakmak… Ne yazık ki sevinç çok azdı onun fotoğraf karelerine yansıyan.
Henri Cartier Bresson da (1908-2004) gerçekçi bir fotoğrafçı, ama bir o kadar da sürrealist… Ya da fotoğrafta buna başka bir ad bulmalı.
Onların fotoğrafla gelen tanıklıklarına bakınca; zamanın derin ruhunu bütün yönleriyle yansıtmalarındaki bakışı/vicdanı derinden kavrıyorsunuz.
Ülkemin insanının gerçekliği hiç bu biçimde anlatılmadı fotoğrafta. O ikisinin bakışı/objektifine yansıyan ışık/görüntü bu biçimde ne Ara Güler’de, ne Ozan Sağdıç’ta, ne de başka birinde var.
Çıkın gidin Doğu’ya, Batı’ya, Kuzey’e, Güney’e oralara dair insan/doğa/yer/mekân, sorun gerçeğini yansıtan fotoğrafı belleğinize kazıyın… Göçü, mülteciliği, yurtsuzluğu, depremi, göçüğü, çölleşmeyi, erozyonu…
Hangi iklimdeyiz?
Her toplumun bir duygu/düşünce, bir de ruh iklimi vardır. Burada belirleyici olan da kuşkusuz coğrafyadır. Bir yazar kadar, bir ressam, fotoğraf sanatçısı da gidip o kendi ruh iklimini bulmalıdır.
Neşet Günal’la bir konuşmamızda, Paris dönemi resimleri ile 1954 sonrası resimleri arasındaki farkın/değişimin nedenini sormuştum. Şunları söylemişti: Paris dönüşü sanat ortamında köycülük/köy edebiyatı tartışması vardı. “İnce Memed” yeni yayımlanmıştı. Bunlar beni etkiledi, kendi duygu/yaşama yurduma döndüm. Nevşehir’in bir köyünden çıkıp gelmiştim. O coğrafyanın insanlarını, toprak insanlarını çizmeye başladım. Sanatçı bir yere ait olmalıdır öncelikle, kendi olabilmenin yolu buradan geçer.
Tarihi yaşamak
Nerede, hangi konumda olursanız olun her daim yaşanan zamanın tarihsel boyutunun bir parçasısınızdır. İster olup bitenlerle ilgili olun, ister olmayın; yaşanan zaman bir biçimde size dokunur. Siz ilgilenmeseniz de o sizinle ilgilenir.
Antonio Tabucchi, “Pereria İddia Ediyor” romanında bunu anlatmaktadır bir bakıma.
Gabriel Garcia Marquez ise “Labirentindeki General” romanında geçmiş bir zamanın tarihsel kahramanı üzerinden yaşanan çağ gerçekliğini anlatır. Stendhal ise 1830 darbesinin yaşandığı zamanda “Kırmızı ve Siyah”ı yazar, bunun yansıları/sonuçları ise “Parma Manastırı”nda karşımıza çıkar.
Söz geldi şimdi buraya dayandı sanırım…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (19 Temmuz 2016)