Bundan yarım yüzyıl önce, kanaryanın içtiği sudan içirmiş bana rahmetli babaannem: Sözü, kelamı güzel olsun, kuşlar gibi şakısın! Sonra yatırmış kırk günlük bedenimi Derya Oğulları Hamamı’nın göbek taşına. Başımın üzerinde tuttuğu bir at kafatasından ki savaşta kahramanlık göstermiş mübarek, şehit bir atın kafatasıymış bu, dökmüş başımdan aşağı gümüş hamamtasındaki şifalı suları, dudaklarında kadim bir duanın kıpırtılarıyla: Atamızın yaktığı ocağımız sürsün. Benim elim senin elin olsun, şifa dağıtsın hasta ve güçsüz bedenlere! Yılancık ve Albastı Ocaklarının kadınları hazır bulunmuşlar bu merasimde. Kelimelerin büyüsüne gönül vermem, meslek olarak şifa dağıtmayı, hekimliği seçmem belki de bu yüzdendir.
İşte birazdan tanıtacağım kitabın beni bu denli heyecanlandırmasında aile büyüklerinden dinleyip duyduğum ocaktan ocağa el verme geleneğinin, Orta Asya’daki kadim dillerin, ayinlerin, efsanelerin payı büyük oldu. Kitabın sayfaları arasında yılancık hastalığını tedavi etmesiyle ünlenmiş babaannemin bir köşede kat kat keçi derilerine sarıp sarmalayarak sakladığı şifa kemiklerini, at kafatasını, ilaçlar, merhemler kardığı şifalı otlarını, kulaklarımda “Hadi atla o ateşten” diyen fısıltısını buldum.
İstanbul’un, Frankfurt’un, Paris’in bunaltıcı sokaklarından, yaşadığımız parçalanmış, kayıp hayatlardan çıkıp Sibirya’ya, Hazar Gölü’ne, Yakutistan’daki çadırlara, Baykal Gölü’nün buzullarından ellerinde kemiklerle gelen kamların ayinlerine uzanan, zaman ve mekândan bağımsız, cinsiyetsiz ruhlarla buluşacağınız, göğü ve Gök Tingri’yi görebileceğiniz efsanevi bir yolculuğa çıkmak ister miydiniz diye sorsam sizlere? Nazlı Karabıyıkoğlu’nun şiirsel bir dille kaleme aldığı, Ekim 2017’de İthaki etiketiyle yayımlanan öykü kitabı “Gök Derinin Altında” modern çağlarla eski zaman efsaneleri arasında adeta savrulacağınız, hangi zamanda hangi mekânda olduğunuzu, hem zaman kavramını hem de kim olduğunuzu sorgulatacak bir kitap. Yaşadıkları modern çağla, mekânla bağları gevşemiş ya da kopmuş nice yazarın, şairin, heykeltraşın, arkeoloğun, ressamın, dil bilimcinin, çok ince porselenlerde çay içip dostlarına “Azizim” diye hitap edenlerin, Gabriel, Mikail, İsmael, Sammael, Nuh, Saranzaya, Hazzan, Orhan, Sarima, Kolenka’nın efsanelere sarılıp sağaltılmayı bekledikleri, şifa aradıkları öyküler.
Islak toprak kokan bir yerdi. Ortada bir çadır, çadırın etrafında koni şeklinde istiflenmiş çalılar duruyordu. Kırmızı kaftanlı bir adam, omuzlarından bezden bebekler ve kemikler sarkarak sallanıyordu. Yanındakiler siyah giymişti, kaftanlıydı onlar da. Kırmızılı sallandıkça onlar da avuçlarıyla ya da ellerindeki davulla ritim tutuyorlardı. İstiflenmiş çalılardan birine doğru yaklaşıp ateşi yakan, morlar giymiş annesiydi. Saçlarını iki örgüyle göğsüne salmıştı. (Islak Derinin Altında, sayfa 97)
Kendine has bir biçim ve dille kaleme alınmış Gök Derinin Altında, Şaman ayinlerinin şiirsel ve mistik güçlü ilahilerinin ve sihirli sözlerinin, bir Yakut kamının davulunun ritmi, kendine has zarif dansı gibi kuvvetli bir etki bırakıyor okurunun üzerinde. Okur adeta Kyuögeyer Matrena, Koça-kan, Tatar şamanı Çiçek-Ay ile birlikte dans ederek, ilahiler söyleyerek, histerik bir nöbete tutulup esrimeye ulaşıyor bir süre sonra. Kitabın bölümleri de bir Şaman ayini gibi dört bölümden oluşuyor; Göğün Başladığı Yer, Şamanın Şarkısı, Balbalın Dili ve Göğün Bittiği Yer. Her öyküde bir Şamanın ateşinden, kemiklerden, kanlı tırnaklardan, bir hayvanın iç organlarından geçiyor okur. Hayatın ve ölümün, bereket ve çoğalmanın fallus ile anlatıldığı kimi cesur öykülerin yanı sıra, “Jürek ve Qan” gibi kimi öykülerde kadim diller, yitip giden sevgililer gibi buruk bir sancı kalıyor geride karınlarınızda.
Nazlı Karabıyıkoğlu’nun sesinin ve üslubunun oldukça farklı olduğunu, “dil” konusunun eserlerinin tam kalbinde yer aldığını belirtmem gerekir. Özenle seçtiği her kelime, kurduğu her cümle başlı başına kendi felsefesini yaşatıyor, üzerlerinde uzun uzun düşünülmeyi hak ediyor. Ard arda gelen cümlelerin ahengi, şiirsel tınısı da mistik bir ayinin ortasındaymışız izlenimi veriyor. Tıpkı öykülerindeki demirci ustasının aletleri gibi, kelimelerini kor ateşlere, közlere yatırıp cümlelerini örsünün üzerinde dövüyor. Bazen yeri geliyor o hep bildiğimiz ama bir türlü dile getirmeyi beceremediğimiz duygularımızı tek bir cümlede özetleyiveriyor. Öyle ki memleketinden uzaklarda, başka bir ülkede yarı yabancı yaşamanın sıkıntısını okur tek bir cümleyle bile hissedebiliyor: Gönüllü sürgünlerin, başka bir dilin gölgesinde sürünenlerin ülkesindeydi. Ya da sevmekten, sevilmekten ümidini kesmişken aniden her şeye başka bir gözle bakmaya başlayan yitik ruhlar için Şehri sevmeye başlamak, orada yaşayan bir insanı sevmekten geçiyor aslında deyiveriyor. Kadının, doğumun ve ölümün apayrı bir yeri var öykülerde ve hemen her öyküde bu temalar birbiriyle karışmış halde, iç içe çıkıyor karşımıza. Doğumun efendisi olan kadın en eski sağaltma yollarını bilir. Kana düşkün olduklarından çokça çekinirler kadın şamanlardan. Öykülerine Türki dillerini, bozkırların sözcüklerini ustaca yerleştirirken, pek çok öyküde tanıdık dizelerle, şiirlerle, şairlerle çıkıyor karşımıza.
Uzun zamandır yazamadığı şiir nasıl başlamıştı?
uçmamayı seçmiş bir kuştum belki
Kadın aklındaki ata biner, camına dolanır, evinden tek söz etmeden gider, bir daha şiir yollamaz, yazmaz, küser. Nasıl devam etmişti?
tenime batar kıskanç boynuzlarım (Noli Me Tangere, sayfa 65)
Kitabın en sonunda yer alan öykü “Şifaaağ”, kitabı bitirip kapatmadan önce hem şaşırtıyor hem de sağaltıyor beni. Bir yazar dostumun armağan ettiği, çantamdaki küçük pembe defterimi çıkartıp küçük notlar almaya başlıyorum, nicedir aklımın kıyısındaki öykü için. Çünkü Şifaağ, yolu edebiyat sınıflarından, atölyelerinden geçmiş, yazdıkları kıyasıya eleştirilmiş, kimi zaman horlanmış, çoğu zaman burun kıvrılıp küçümsenmiş Rafet’in öyküsü. Kitap oylumundaki öykü dosyasının basılacağı günü sabırla bekleyen, edebiyat çevrelerinin zehirli, hoyrat dilleri, yazmanın dikenli yollarında zaman zaman umutsuzluğa kapılan ama her şeye rağmen nihayet kitabı basılan Rafet’in öyküsü. Bir sızlama, iç çekiş, ölüm ve sonra yeniden diriliş!
Parmaktan parmağa, ruhtan töze, deha üflendi. Dosya güzel bir kapakla, kitap oldu raflara kondu. Rüyaydı bir an, hastalıktı. Esrime, nöbetti. Ölmek, sonra dirilmek. İç organların bir bir yerine konmasıydı, damarların birleştirilmesi. Fiillerle zamirlerin. Altı çizilen kadim sözcüklerin. Bir el siyah kaplı defteri uzatırken diğer eldeki mızrağın ağızlara, dillere.
Dillere.
Nazlı Karabıyıkoğlu, tıpkı bir Şaman gibi, özenli kelimeleri, şiirsel dili, mistik anlatımıyla okuyucularının ruhlarını ve bedenlerini sağaltıyor, şifaya kavuşturuyor bizleri.
Sibel Gögen – edebiyathaber.net (27 Ekim 2017)