Söyleşi: Onur Uludoğan
Doğuş Kökarttı, 2013 yılında yayımlanan “Üzüm Dalları, Güneş ve Güz” isimli şiir kitabıyla selamlamıştı okurlarını. Aradan geçen dört yılın ardından geçtiğimiz aylarda Altıkırkbeş Yayıncılık tarafından yayımlanan “Nehir Yolcusu” ile yeniden şiir severlerin karşısına çıktı.
Bu fırsatı değerlendirerek, Doğuş Kökarttı ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik:
Nehir Yolcusu kitabında yer verdiğin şiirlerin ve kitabın serüveninden bahsederek başlayalım mı? Şiirlerin, kaç yılda nerelerde ve hangi koşullarda yazıldılar? Kitaplaşma süreci nasıl oldu?
Başımı geriye doğru çevirip bakıyorum ve görüyorum ki sıra dışı, uzun ve güzel bir yolculuktu. Sanırım her şeyin bitmesi iki-üç yılımı aldı. Bu yıllarda neredeyse yazılabilecek her yerde yazdım. Sırtçantasıyla uzun yolculuklar yapıyordum ve bazen, kısa süreli yerleşiyordum. Belki ne beş -yirmi farklı ülkede, yolda, trenlerde, otobanda, bankta, kilisede, evde, hostelde, dağda, ormanda… Bir kâğıdın ve kalemin birleşebileceği her yerde yazdım. Yirmi yaşında yazmaya başladığımı hatırlıyorum ve yirmi üç yaşında düzenlemelerim bitmişti. Şiirler bir zorlamayla ya da gelmeleri beklenerek yazılmadı. Onlar varoluşun akışı içinde kendilerini yarattılar. Bu yıllarda yaşam beni gittikçe dolduruyordu, ben de her geçen gün bir musluğa dönüşüyordum. Sonra onu açtım, içimdeki yoğunluk şiirleşerek aktı.
Kitaplaşma dönemi ise yazılan şiirlerin fazlalığını ve birbirlerine bağlanarak bölümler oluşturduğunu fark ettiğimde başladı. Bir dosya oluşturdum, bir kompozisyon yarattım ve bu aşamada üzerlerinde çok çalıştım. Dosya uzun bir süre geleceğini bekledi, birkaç yayınevi tarafından basılmak istendi ama yayınevlerine bağlı farklı sebeplerden dolayı gerçekleşmedi. Bir gün dosyayı okuması için güzel dost, Umay Umay’a yollamıştım. Sonrasında sevgili Umay bana Kaan Çaydamlı ve 6:45 yayınlarının bunu basmak istediği haberini ulaştırdı. Ve Eylül 2017’de “Nehir Yolcusu” kendi yolculuğuna başladı.
İçeriğe geçmeden, biraz biçime dair konuşmak istiyorum. Nehir Yolcusu, toplam altı bölüme ayrılmış. İmgeler ve ele aldığın temalar bakımından tüm bölümler birbirine kılcal damarlarla bağlı. Buna karşın her bir bölüm için biçimsel anlamda farklı tercihlerde bulunmuşsun. Noktalama işaretlerini kullanışına, büyük/küçük harf tercihlerine ve buna benzer diğer biçimsel unsurlara baktığımda ne anlattığıyla beraber nasıl anlattığı üzerine de derinlemesine düşünmüş bir şair izlenimi uyandırdın bende.
Evet, tam olarak böyleydi belki de biraz daha derin. Kitabın altındaki kompozite temeli anlatmadan önce, içindeki “biçimsel edebiyat”tan bahsedersem daha iyi anlaşılabileceğini düşünüyorum.
Dilin -kendi varoluşuyla- benim için her zaman ucu görünmeyen ama insanın elinde akarken onun şeklini alan bir okyanus gibi olduğunu hissediyorum. Dili deneysel biçimlerde kullanmayı, içindeki bilinmeyen yerlere gitmeyi, üzerinde yenilikler yapmayı, kısacası onunla oynamayı ve oluşanları görmeyi seviyorum. Burada da bunu yoğun olarak kullandım. Dilin sınırlarını görmeye çalıştım. Yeni kelimeler, yeni kalıplar, yeni anlatı halleri üretmeye çalıştım. Noktalama işaretlerinden, biçimsel anlam altyapılarına ve çoklu katmanlara kadar düşünerek, hissederek inşa ettim ve altı bölümün; arkadaki hikâyenin temellerini döşedim.
Şiir dili, belki de yazının bulunduğu zamanlardan itibaren var olan kadim bir anlatı hali. Ben de bütün bu tarihsel birikimi taşıdığım genleri görüyorum, elimde tutuyorum ve üzerine yeni bir şey inşa etmeye çalışıyorum.
Bir şiir kitabı, kendi varoluşuyla bir hikâye anlatabilir mi? Ben anlatabileceğini düşünüyorum. Bölümler oluşmaya başladığında, biri bir diğerinin bir şerit sonrasına benziyordu. Bir insanın veya bir ağacın büyüme evreleri, sırasıyla ziyaret ettiği kasabalar gibiydi. Altı bölüm, birbirine çok sıkıca bağlı fakat tamamen ayrılar.
Nasıl anlattığımın üzerine epeyce düşündüm, onu ince ince işledim çünkü bu hikâyeyi, okuyan herkese yansıtmak, onların da bunu hissetmesini istedim. Okuyan herkesi benimle birlikte bu yola çıkarmak ve bu yol boyunca ilerlediklerini hissettirmek istedim.
Kitabını, “Gürünenin ardındakini gösteren yol’a, tüm yolculara ve varoluşa” ithaf etmişsin. Yol, yolcu, yolculuk ve varoluş kelimeleri aynı zamanda Nehir Yolcusu’nun anahtar sözcüklerinden. Sence yol kavramı ile varoluş kavramının kesiştiği noktalar neler? Bu kavramlardan yola çıkarak dünyayı algılayış biçimine dair neler söyleyebilirsin?
Varoluşun kendisi benim için bir yol hali. Baştaki ucunu ve sonunu görebildiğimiz fakat her anında büyük sonsuzluklar barındıran; mistik, gizemli, bir gidiş hali varoluş.
Coelho’nun bununla ilgili güzel bir sözü var. “Hayat bir trendir, tren istasyonu değil.”
Belki de yalnızca küçük yolcular olduğumuzu görebilseydik, yaşam daha güzel olurdu hepimiz için.
Yaşamın ortasına sevgiyi koyuyorum. Sevgiyi değerli görüyorum. Bir dosta ve deneyime sahip olmayı maddelere sahip olmaktan daha doyurucu buluyorum. Bir sırtçantasına sığacak kadar eşyayla yaşamaya çalışıyorum. Yolun kendisini, oldukça zihin açıcı ve deneysel buluyorum. “İnsan”a karşı bir merak duyuyorum. Benim için insan; bu gezegendeki en gizemli ve bilinmez varoluş biçimi. Onu anlamaya, keşfetmeye, deneyimlemeye çalışıyorum. Bir de olduğunca basit yaşamaya çalışıyorum ama insanoğlu karışıklığa yatkın, bazen oluyor; bazen olmuyor.
Nehir Yolcusu bence tamamlandıktan sonra kendi ithafını kendi seçti. Çünkü bu kitap, bir kaldırımda yürüyüp gökyüzünü izleyenlerin, sırtçantasıyla otobanda yürüyenlerin, yaşamın kenarında durup her şeyi gözleyenlerin, anlamlandıran ve anlayanların, derinlerde yaşayanların, bütün yolcuların kitabı. Altında ismimin yazması sanırım onu yalnızca “benim” yapmaz. Sözcükleri sahiplenemeyiz.
“Su Labirentte Saklanamaz” isimli şiirinde, (…) yürüyenlerin işgali; / beni ‘yol’u yaratmaya itiyor / bunun için gidiyorum, demişsin. Bu dizeleri, gezi notlarını paylaştığın iletilerinle birlikte düşünmeden edemiyorum. Söz konusu notlarda, seni en çok etkileyen yerlerin, İzlanda, Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırları ve Kuzey Afrika’daki çöller olduğunu yazmıştın. Bu bölgelerin ortak noktası vahşi doğanın ortasında kelimenin tam anlamıyla yalnız kalabileceğin yerler olmaları. Kentler, kalabalık ve bu kalabalıktan kaçış sana ne ifade ediyor?
Doğa bir ev, hatta bir anne –doğa ana-. Fakat benim için bütün gezegen bir ev aslında, şehirlerdeki betonu kırsak altından yine toprak çıkacak. İnsanı seviyorum, onu arıyorum, görüyorum, bağlantı kuruyorum. Fakat ben “insanı” seviyorum. Kentlerdeki insanlara karşı bir ön yargım yok fakat çoğunlukla benim “insan” anlayışımın çok uzağında oluyorlar. Sonuç olarak “gezegen”den bir ev yaratmak, kent insanından bir ev yaratmaktan daha kolay hale geliyor. Bunun dışında kent; bir rutin, konfor alanı ve paranın, çıkarların, yozlaşmanın fazla olduğu bir yaşam alanı. Yol veya -yaratılan yol- ise her şeyden önce bir yaşam deneyimi, konfor alanından çıkış, sürekli bir yenilik ve gelişim hali.
Ayrıca yolun yaratımı, içe dönmek için bir gereklilik haline gelebiliyor. Ya da bunu deneysel, mutlak özgürlüğün içinde ve keskin bir içe dönüş olarak ifade etmek daha doğru olur. İzlanda, Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırları ve Kuzey Afrika’daki çöller ve daha birçok yer gezegeni aracısız anlamayı ve keskin deneyimlerle birlikte içe dönüşü sağlıyor.
Kentler üzerine Eduardo Galeano bence hepimizin yerine bir şey söyledi. “Birlikte yaşamak için kurduğumuz şehirler, bizi daha da yalnızlaştırdı.”
Yukarıdaki soruda bahsettiğim notlarında sıkça ölümden bahsediyordun. Ölüm kavramı şiirlerinde de çokça yer alıyor. Belli ki “ölüm” üzerinde çokça düşündüğün bir kavram.
Sanırım bu gezegende yaşamış insanlar içinde ölüm üzerine düşünmeyen yoktur. Ben de yaşamın bazı dönemlerinde ölümü yoğunca, derinlerde dolaşarak düşündüm. Bunlar da akış haliyle birlikte şiirlere yansıdı. Ölüm üzerine fazla düşünmemin veya üzerine fazla söz söylememin nedeni; aslında ölümü anlamayı yaşamı anlamayla bağdaştırmam. Yaşamın muhteşem gizeminden parçaları, yaşam döngüsünde ve ölümde bulabileceğimizi düşünüyorum. Tabii ki yaşamın halet-i ruhiyesi içinde ölüm; bize bazen karanlık, çaresiz ve umutsuzluğun taşıyıcısı olarak da gelebiliyor. Şiire de öyle.
Çok fazla “ölüm”den bahsettik, bence biraz da yaşamı kutlayalım.
Nehir Yolcusu’nun üçüncü bölümü “Tek Yön Biletlerin Kalın Döşenmiş Rayları” adını taşıyor. Bu bölümdeki şiirleri okurken aklıma William S. Burroughs geldi. Özel olarak Burroughs genel olarak cut-up tekniği daha da genel olarak Beat Generation yazar/şairleri hakkında neler düşünüyorsun?
Beat Kuşağı, benim için yaşamdaki bazı kutsal bölgelerden biri. Karşılaştığım zamanları hatırlıyorum, çılgıncaydı. Yaşamımı çok keskin yerlerden yırtıp sonra kendiliğinden yeni bir dikiş bulsun diye. Açık bıraktığı olmuştur. -Benim dünyamda çok değerli- Jack Kerouac’ın Yolda’sı dünyada başka yüzlerce insana yaptığı gibi beni de yola çıkarmıştı. Sonra bütün kitaplarını bulup okumuştum. Gınsberg ile yeraltı gecelerinde, sokakların boşluklarında epeyce uludum. Burroughs ise eşsiz bir adam bana kalırsa. Bunu iyi veya kötü anlamda söylemiyorum. Varoluş olarak eşi yok.
Beat Kuşağı benim için yaşam coşkusu demek, canlılık ve deneyim demek. Yaşamımda hep özel olarak kalacak.
Açık konuşmak gerekirse ben o bölümü yazarken aklıma cut-up düşmedi. Ya da bilerek, isteyerek özel bir cut-up uygulamadım. Soruyu gördükten sonra üzerine düşündüm. Aslında orada bir cut-up tesadüfünden çok benim kurguladığım bir şeyler var. Anlamlar birbirine üstten ve alttan bağlılar. Fakat okuyunca bir cut-up tadı bırakıyor ki bundan mutsuz değilim. Cut-up bana deneysel ve yaratıcı gelmiştir. Sözün somut bir büyü hali gibi.
Tren yolculuğunun senin için özel bir önemi varmış gibi hissettim. Bir de bildiğim kadarıyla seyahatlerinde olabildiğince otostop yapıyorsun. Seyahatin biçimi yolun sende bıraktığı izlenimi etkiliyor mu?
Seyahatin biçimi, bende uyandırdığı hisler açısından üzerimde oldukça etkili. Bununla birlikte deneyim de görünüm de etkileniyor. Benim için yolun ve gidişin bütün biçemleri birer meditasyon, sadece farklı alanlarda çalışıyorlar.
Tren yolculuğuna özel bir düşkünlüğüm var. Trende ilerlerken başımın, sınırlarından dışarı sızarak açıldığını hissediyorum. Yoğun bir farkındalık içinde oluyorum. Özellikle uzun bir yolculuk içindeysem, günler oradan oraya uzayarak ilerliyorsa; bir yerde durup, bir sonraki yere kadar trenle gidiyorum. Tren sağaltıyor beni. Düşüncelerimi düzenli hale getiriyor.
Otostop ise eşsiz ve tamamıyla başka bir deneyim. Otostop; coşkunun, meditasyonu, olasılıksızlığın, riskin yankısı. Gezegene en saf haliyle aracısız dokunabildiğimi hissettiğim yerlerden biri otostop. Genelde deneyimi arzuladığım ve yeni insanlarla tanışmak için otostopu tercih ediyorum.
Göçebelik ve yerleşiklik kavramları senin için ne ifade ediyor. Günün birinde yerleşik düzene geçmen gerekse bunu Türkiye’de mi yapmak istersin yoksa sen de geleceği dışarıda arayanlardan mısın?
Bu iki yaşam hali üzerine dönem dönem ciddi olarak düşünüyorum. Göçebelik, yaşamı en derin ve keskin yerlerinde deneyimlemek için çok uygun. Katıksız bir deneyim, akışkan bir biçimde sürüyor. Göçebe olarak hayattan öğrendiklerimin büyük bir bölümünü yerleşik yaşamda öğrenemezdim. Yaşamın bir yolculuk olduğunu bu kadar içten kavrayamazdım, büyüyemezdim, olgunlaşamazdım.
Göçebeliğe devam ederken zaman zaman kendini gösteren yerleşik yaşama geçme isteğim çoğunlukla üretim dürtüsü ve ihtiyacıyla ilgili oluyor. Mutlak bir göçebelik içinde verimli bir üretim gerçekleştiremiyorum. Bu sanatın herhangi bir dalıyla veya bilimsel birikimle ilgili olabiliyor. Benim kişisel deneyimimde, verimli ve sağlıklı bir üretim için yerleşmek gerekiyor. Fakat yerleşik bir haldeyken de yolculuğuna devam edebilir insan, her zaman hareket etmeye gerek yok. Yolculuk deneyimle ve içeride sürmeye devam ediyor.
Türkiye’de mi yoksa yurt dışında mı olacağı sorusuna henüz net bir cevap veremedim. Ama her şeyin bir ömrü var, bazen yaşanılan yerlerin de.
Son olarak, “Soma Yolunda” ve “Kâğıt” isimli şiirlerin, ortaya koyduğun duyarlılık bakımından kitaptaki diğer şiirlerden bariz şekilde ayrılıyor. Burada, şiirlerin üzerine konuşma tuzağına düşmeden, bu iki şiiri yazan Doğuş’un “olan bitenle” ilgili görüşlerini almak isterim.
Yaşam devam ederken bazen hepimiz kendi içimize çok düşüyoruz. Kendi yolculuğumuzla çok uğraşıyoruz ki belki de ben bunu genelden daha da çok yapıyorumdur. Fakat duygular, gördüklerim, anladıklarım içeride biriktikçe bir çatlak bulup dışarı sızıyorlar. İnsanı ve canlıyı seven, onları değerli gören bir varoluş olarak bir şeyler söylemek istiyorum.
Bir gezegenin üzerinde, gelip geçici varlıklar olduğumuz çoğunlukla unutuluyor. İnsanlar kendilerini çok büyük görüyorlar, büyük bir ego yaratıldıkça bunu büyük bir korku takip ediyor. Bu ego ve korku ise korunmak için bencilleşiyor, yok ediyor. Çoğunlukla bir taşa bir yaprağa eş hissettiğimde kendimi, mutlu oluyorum.
İnsanoğlu, büyük bir utançla, tarihinin büyük bölümünü savaşlarla yazdı. Birlikte yaşayamadık. Gezegende birbirimizin kız-erkek kardeşleriyiz ama bunun farkında olan kaç insan var, bilmiyorum. Gezegenimizdeki karbon seviyesi çoktan tehlikeli sınırı geçti, yok oluyoruz. Yaşamın değerini göremiyoruz. İnsanoğlu kurtulacak mı ya da kurtulmalı mı? Bir kitapta şöyle okumuştum. “Bütün sorunlar çözülürse Tanrı’nın kariyeri biter.” İnsanoğlu da muhtemelen binlerce yıllık bu varoluş deneyiminden öğrenmesi gereken şeyi sonunda öğrenecek. Ama belli ki biraz zaman alıyor. Ben tam şu anda Dünya’da olan bitene baktığımda utanıyorum. Bazen utanmayanlar adına da utanıyorum. Bazen de hepimiz için ağlıyorum. Yine de yaşama güveniyorum. Yaşam sürdükçe, özde var olan mutlak güzellik sürmeye devam edecek.
Onur Uludoğan – edebiyathaber.net (6 Kasım 2017)