Ateş Sönene Kadar, İletişim Yayınları tarafından 2014 yılında yayımlanan Belki Bir Gün Uçarız adlı kitabıyla tanıdığımız Aylin Balboa’nın ikinci öykü kitabı. İlk öykü kitabıyla kısa ve küçük anların peşine düşen yazar, bu sefer hem hacim hem de zamansal olarak daha geniş alanlar kaplayan öykülerin izini sürüyor. Dokuz öyküden oluşan Ateş Sönene Kadar dokunaklı, sert ve bir o kadar da tanıdık.
Kitaba ismini veren ve derlemenin en uzun öyküsü olma unvanını taşıyan “Ateş Sönene Kadar” bizi bir işyerinde, bitmemiş bir projenin orta yerinde karşılıyor. Yarım kalan şeylerin, beklenen bir hesaplaşmanın, kapanacak defterlerin ve rafa kaldırılması gereken bazı meselelerin varlığını ispatlıyor bu manzara. Anlatıcı, aldığı bir telefonla o önemli işini yarıda bırakıyor ve masadan kalkıyor. Arayan geçmişten bir ses, bir çocukluk travmasının ortağı.
“Bu topraklardaki kadınların çoğunluğunun hayatı kendilerinden başka herkesindir,” diyor Aylin Balboa. Anlatıcımız ve çocukluk arkadaşı Gamze’nin yolları, ellerinden alınan bu hayatı yeniden kazanma çabasıyla kesişiyor. Babalarının iktidarı altında var olmaya çalışan, ataerkil toplumun çarkları arasında kendi seslerini bulmaya çalışan bu iki kadının dayanışma içinde geçen, yaralı bereli yolculuk hikâyesi bu. İçlerindeki ateş sönene kadar, o ateş bir kahkahaya evrilip bazı babalar gömülene kadar o dava kapanmıyor.
Balboa, öykülerini anlatırken daha çok “ben” dilini kullanmayı tercih ediyor. Kadın karakterlerin başı çektiği öykülerdeki bu anlatım kendini ifade etme, hatta içindekileri kusma hâlini yansıtıyor. Balboa bunu yaparken karmaşık bir yapı seçmiyor, anlatım tarzını çoğu zaman lineer bir çizgide sabit tutuyor ve okuyucunun kafasını karıştırmıyor. Fakat öykülerdeki bu dişi çoğunluğu ve Beauvoir’ya atıfta bulunursak, kadın doğmamanın ama kadın olmanın getirdiği toplumsal cinsiyet bunalımları Cixous’nun “Medusa’nın Gülüşü” (Le Rire de la Méduse) makalesinde yer verdiği “dişil yazın” (écriture féminine) kavramını da akıllara getiriyor. Cixous, ataerkil ve logosentrik yazın evreninde kadının kendi bedeninden, cinselliğinden, kendine ait düşünüş biçiminden, sorunlarından, dünyasından yine kendine özgü biçimde bahsedebildiği dişil yazının öneminden bahseder ve kadınları yazmaya teşvik eder. Marjinde kalanların kendini anlatması ve kendini anlatarak iktidara karşı kendini yeniden yaratması, içindeki gücü keşfetmesi mühimdir, çünkü dil, yıkımın en büyük aracıdır.
Balboa’nın öykülerini yazmak için eline kalemini aldığı o ilk anda bu fikirlerle yola çıktığını söylemek elbette mümkün değil, fakat herhangi bir insanın yazmaya, yaratmaya karar verdiği o an yıkım ve yeniden yaratımın ortaya çıkmaması imkânsız oluyor. Ateş Sönene Kadar’ın son öyküsü “Gelecek Seni Bekliyor” bu noktada adeta Balboa’nın kendi sesine dönüşüyor ve Ankara’dan İstanbul’a yaptığı yolculuğunun öyküsünü simgeliyor. Bu ülkenin sokaklarının ve tüm renklerinin nasıl karartıldığının, tüm bu karmaşanın içindeki bekleyişin sorularını dile getiriyor. Taksim’de yürüyen bir karakter, “Can havliyle Taksim Meydanı’na atıyorum kendimi. Ama vardığım yer ne Taksim’e benziyor ne meydana benziyor,” diyorsa artık insanların sosyalleşmek için bir araya geldiği “meydan”ın varlığından söz edilebilir mi? Bu soru ister istemez peşinden yıkımı getiriyor. Taksim’in “eski Taksimliği” elinden alınıyor.
Balboa’nın tarzındaki bu anı-öykü geçişliliği diğer öykülerinde de kendini fazlaca hissettiren bir detay. “Nafile” ise bu hissi en doruklarda hissettiğimiz öykü oluyor. Kitabın içindeki en dokunaklı öykülerden biri olmasının yanında, bir baba-kız hikâyesinden SEKA Kâğıt Fabrikası çalışanlarının direnişine doğru kendini genişleten bir hikâye aynı zamanda. Köklerini bir babanın hastalığından alan “Nafile” devletten üniversitelere, toplumun her yapısını içine almış olan tümörü, gücü elinde tutanın güçsüzü bastırma politikasını gözler önüne seriyor.
Ateş Sönene Kadar tüm bunları yaparken muzip dilini de kaybetmiyor. Özellikle bir köpeğin gözünden okuduğumuz “Kemik”, acıya eşlik eden muzip tavrı en çok hissettiğimiz öykülerden biri. Balboa bu anlamda hayatı olduğu gibi, her yanıyla kavrıyor diyebiliriz. Fakat bunu yaparken öfkesinin üzerini asla kapatmıyor. Son dönem Türkçe yazınında karşılaşmaya alışık olduğumuz bu haklı öfke hâli, Balboa’nın öykülerinde de kendine yer buluyor. Bu ülkenin toprakları eğer bir gün izin verirse Balboa’nın huzur, sakinlik ve adalet dolu öykülerini okuyabilmeyi de dört gözle bekliyorum. Umarım bir gün…
edebiyathaber.net (21 Haziran 2021)