Johann Sebastian Bach’ın ‘fug’lerinin ağulayıcı bir yanı var. Kalemimin ucu kâğıda dokunduğunda onun ezgilerinin tutsağı kesildiğini hissederim.
Karşımdaki sonsuzluk denizinden acılar okyanusuna açılırım. Belleğim söngün ateşleri alevlendirir. Gezginiyimdir sözcüklerin o an. Sesten renge, renkten biçime, biçimden kokulara, kokulardan düş havuzlarına gider gelirim. Kapanan bir dünyada, bütün evrenin kıpırtısı gelip bulur beni.
Kâğıtlardan elimi çekip kalemimi bir yana bırakınca, bu kez de kendime yol arkadaşı kıldığım yazarlarımla başlayan dilleşmemde, müzik bize eşlik eder…
Yazı ile müzik arasındaki ilintiyi düşündüğünde, en çok Bach, Mozart, Tchaikovsky, Beethoven, Chopin, Vivaldi, Boccerini, Sibelius, Haçaturyan’ın benim için besleyici kaynak olduğunu görmüşümdür.
Genelde yazmak eylemi öncesi/süresi/sonrasında yola çıkılan bestecilerin bestelerinin farklı yorumlarını dinlerken; daha çok yaratıcı yazılarımın bir atmosfer yaratmada baskın olduklarını gözlemişimdir.
Bu anlamda müzik, yazı dünyamın ivdirci gücü olduğu kadar; sağaltıcısıdır da…
Ruh dinginliği denilen şeyi, kapanma düşüncesinin getirdiği bir an’lık travmatik durumu ezgilerin tınısında kavrarsınız. Çözülme sağalmayı, sağalma da yüzleşmeyi getirir…
Kapanma ve yazma düşüncesinin yalnızlık labirentlerine gereksindiği an’larda müzik, uzak durduğunuz dış dünya ile aranızda bir köprü olabiliyor.
Bu da, benim için değişkenlik durumu yaratmaktansa; yeni bir dil kurabilmenin ışıltısını getirir… İşte o an’da, “Yazmadan edemiyorum”un çizgisini yakalamışsınızdır. Bu duygu-düşünce yolculuğumun bir yansıması/eşlik edeni olarak görebileceğim; yazdıklarıyla aramızda benzersiz bir dil/düşünce/duygu bağı kurduğum Vüs’at O. Bener’in Ankara’daki yazıevine adım attığımda; o kapanma durumunu yaşayan ustamla yüzleşmek çok şey anlatmıştı bana…
Çekildiği kıyıda hayatın nabzını dinleyen Bener’in yanıbaşındaydı müzik. Onu anlatan ses, renk, biçimdi… Atmosferdi hatta!
Hangimiz yaşayabilmek sanrısında o türden kapanmaları göze alabiliriz?
Bir başınalık duygusunun sırdaşı demek bile az müzik için…
Onun Buzul Çağının Virüsü romanını anımsarsanız eğer; bir yazarın dünyasında müziğin ne anlama gelebileceğini çıkarırsınız.
Gene bir kış günüydü, o kuytuluktaki yazıevinin kapısını araladığımda. Mızıkalı Yürüyüş kitaba dönüşmüştü sonunda.
Ondaki Beckett’vari tavrı anlamaya çalışıyordum. Anlatısında saklı duran ironisi yüzüne vurmuştu sanki… Anılar/anıştırmalarla örülü o anlatısının bendeki yansılarından kopmamış, söze, bırakılan yerden devam ediyormuşçasına, başlatmıştık hemence…
Kırılgan gülümseyişinde acının izlerini bulurdunuz. Çok söze gelmez; önce, kendini ti’ye alan edasına bakarak, söz ışığı bulmaya çalışırdınız o yüz yüze kalışınızda.
Ondaki derleyici, iç sızlatan bakış beni her dem sarsalamıştır. Müziğe yakın duruşunda da o kapanarak yazma duygusunu bulurum.
Bener’in ürküntüsündeki ironi, dahası kara mizah hayatın ağusunu anlatır. Hayata karşı tedirgindir, kaygılıdır. Çözülmenin, yozlaşmanın, çöküntünün, yabancılaşmanın farkına vardıkça; yazmak iyice zorlaşır onun için. “Acıdan acı beğen” demektir bu bir bakıma…
Dipte durarak üstteki çalkantıların sarsıntısını dinleyen Bener’in gününe rastgelmişseniz eğer; müzikten söz eder. O virüsü Erhan Bener’den aldığını imler, yazıyı umursamaz görünür, dünyanın ötesinde gibi durur.
Oysa yazdıklarına baktığınızda; bir tür hayatın nabzının onda/orada attığını gözlersiniz. Süzer, damıtarak yazıya dönüştürür gözlemevine girenleri.
“Kendi payıma yazmak ayrı bir işkence konusu” der demesine de; yazıyı günün aynası görmek istemediğinden bu sıkıntısını öyle dile getirir, kanımca.
Vüs’at O. Bener’le her yan yana geldiğimde, yazdıklarıyla baş başa kaldığımda dokunan günün sessizliğini dinlerim.
Sözcüklerinin tınılarıyla ezgilerin dilini dokur bakışlarım. Türkçeyi onda yeniden öğrenirim, müzikte yol alarak yazının dilinin nasıl kurulabileceğini onunla düşünmeye başlarım bir kez daha…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (12 Mart 2019)