Murathan Mungan’ın Metis Yayınlarından çıkan Kırk Oda serisinin dördüncü kitabı “Dokuz Anahtarlı Kırk Oda” toplam dokuz öyküden oluşuyor.
İnsan yaşamındaki çıkmazları “anahtar” sembolüyle birbirine bağlayan öyküler, kadim anlatılarla günümüz öyküsüne bağlanması açısından bu kez fantastiğin dışında bir anlatım tarzına sahip. Öyküler yer yer “Binbir Gece Masalları” ile renklendirilmiş. Bu anlamda kitap, okuru Batı – Doğu öykücülüğünün bir karması olarak Batı’nın realizmi ile Doğu’nun mistisizmi arasında düşünsel bir seyahate çıkartıyor.
Dolayısıyla öykü ve masal gibi türler arası yoğun bir etkileşimin olduğu bir seçki bu. Kurgunun yanı sıra felsefi yönleri ağır basan öyküler karşımıza çıkıyor. Bu nedenle deneme türüyle de hasret gideriyormuş gibi hissediyorsunuz. Yani kitap, verici bir kişilik yapısına sahip öykülerden oluşuyor.
Öykülerin anlatım şekillerine baktığımızda yazarın kendisinin de belirttiği gibi kimi okura çapraşık gelebilen geçişlerle Mungan’a özgü tarzın devam ettiğini görüyoruz.
Öyküler boyunca ortak kavram olarak “anahtar”ı kullanan yazar, yine bir anahtar üzerinden kimi eşyaların insan yaşamındaki ilginç yerleri üzerinde duruyor. Eşya ile insan arasındaki görünmez bağları yeri geliyor bilgece, sırlı ve masalsı bir dille okuyucuya sunuyor: “Yaşamanın insan aklına sığmaz kusursuz bir düzenle çalıştığını zamanla kavrayanlar, yeryüzünde herkesin bir eşyasının olduğunun ve bu seçilmiş eşyanın âlemler arasında bir anahtar işlevi gördüğünün bilgisine, mânâsına da ererler.”
Bir röportajında kitaptaki öyküleri, “Benim kendi Binbir Gece Masallarım” olarak niteleyen Mungan, öykülerinde vurgulamak istediği temaları masallar ile harmanlıyor, yaşamın çiğ gerçeklerini onlarla tatlandırıyor: “Siz, kendinize başka hayat kapıları açacak düşüncelerin ince kuyumuyla yontulmuş kelimeleri istemiyorsunuz, altınları, gümüşleri, mücevherleri, değerli taşları istiyorsunuz, değil mi? diye sordu Lamba Cini yüzyıllar boyunca yinelenip durmuş o kadim hayal kırıklığıyla.”
Yeri geliyor yazar, geçmişin büyülü günleriyle okuyucuyu sarmaş dolaş yapıyor ve gündeliğin çiğliğinden uzaklaştırıyor: “Sadberk gülleri, kırmızı Frenk gülleri, misk gülleri,… Maltataşı döşeli bahçe yolları… Kokusu geçmişte kalmış bir Süleyman Ferit kolonya şişesi durur konsollardan birinin üzerinde…”
Hayatın can sıkan yanlarını ve sıradanlıklarını dillendiren öykülerin aforizmalarla ışıklandırılması ise satırların sürükleyiciliğini arttırıyor: “Kesilip kırpılıp başka bir sıralamayla yeniden yapıştırılmadıkça hayatta hiçbir sahne ilginç değil. Her şey az geliyor. Hayatın hayat olabilmesi için sır gerekiyor; beklenmedik anlar, karanlık sürprizler.”
Satırların birinde roman türünü de anahtar ve anahtar deliğiyle ilişkilendiriyor yazar: “Roman da yazarın anahtar deliğidir bir bakıma, hayat herkes gibi onun için de gördüğü kadarıdır. Bir anahtar deliğinin uzayda açtığı bir yarayı kapatmak kolay değildir. Yazmakla kapatılır mı sandınız?” Elbette sadece uzaydaki yara değil, hiçbir olumsuzluk yazmakla kapatılamaz, üzeri silinemez; belki bir nebze acısı sağaltılır, yazı acının katlanılmasına yardım etmek için bir koltuk değneği görevi görür, o kadar…
Hepimiz mutlu muyuz? Bilge miyiz? Bir arada mıyız yoksa yalnız mıyız? Yeterince okuyor muyuz? Ya düşünüyor muyuz? Kendimize yardım etmenin incelikli yollarını biliyor muyuz? Ya dünyaya?
Yazar, asırlardır masallarda gizlenen yaşamın sırrına erememiş, okumayan, düşünmeyen insanlığa haklı sitemlerde de bulunuyor: “Hangi kelimelerle yıkanıyorsunuz tabiatta bir tek size armağan edilmiş dilin ırmağında? Bereketiyle var olduğunuz şu yeryüzü toprağında, yüzünü bildiğiniz kaç ağacı, kaç çiçeği, kaç bitkiyi, kaç taşı sayabiliyorsunuz adlarıyla?… Dünyanın tek bir kelimeyle olduğunu söyler eski ahitler: Ol! Dünya oldu ama siz olmadınız!”
Öykülerin çoğunda ideal bir dünyaya ve ideal insana vurgu dikkati çekiyor. Satır aralarında yeryüzünde yanlış giden birçok şey için Mungan’ın çoğumuzun duygularına tercüman olarak hayal kırıklığı ve hüzün dolu bir coşkuyla âdeta haykırdığını hissediyorsunuz: “Dünyayı bunlarla doldurdunuz. Katrilyonlarca kelimeyle, üstelik kimseye faydası olmayan boş şeylerle. Dünyayı kalabalıklaştırıyorsunuz. Karmaşıklaştırıyorsunuz. Hayatın da dünyanın da çok sade olması gerekiyor oysa; en küçük akıllara bile sığacak kadar sade, dolaysız. Hadi kendinize bunu yapıyorsunuz anladık; dünyaya niye böyle yapıyorsunuz?”
Sadelikten, yaratıcılıktan, özgünlükten uzak bir sıradanlığın yansıdığı evlere, mimariye de dokunduruyor yazar: “Dünyada eldekileri yeniden kurgulamaktan başka bir çıkış yolu yoktur belki kimseye. Her ne kadar bize tanıdık gelse de bir türlü kendi olamamış insanların oturduğu evler de kendileri olamıyordur bu nedenle; kolay çoğaltılabilir boş bir kalıptırlar birbirini andırmanın benzerliğinde.” Ve… benzeri durumları anlatırken kullandığı: “Onlar zaten tüm hayatı bir özet gibi yaşayan konserve sevenlerdi.” cümlesi ne kadar da hoş bir kinaye oluşturuyor bu durumda.
Gerçekten de dünyayı paylaşmak zorunda olduğumuz herkesle sanki aynı evin içinde yaşarmışçasına dünyanın düzeni ve yaşama tarzı gibi konularda birlik içinde olmak ne yazık ki imkânsız. Havayı, suyu, toprağı, eşyayı, duyguları, düşünceleri,… algılama ve kullanma şekillerimiz o kadar farklı ki ideale ve özgün olana uymayı yaşam tarzı hâline getirenlerin isyan etmemeleri mümkün değil gibi.
Hayatın masallarda başladığını düşündürten, üstelik kadın cinsinin zorlu yolculuğunu masallardaki ormanlardan başlatan gerçekçi satırlar ilgi çekiyor: “Hele bir de kadınsan!.. Bakılmaya, seyredilmeye, beklemeye koşullandırılmış cam tabutun uykusu… dondurulmuş öpücük… çirkini güzele, kurbağayı prense, ölümü hayata, kötüyü iyiye, bir şeyi başka bir şeye dönüştürmeye yeminli büyü…”
Ve tüm yaşananların sonucunda insanlığın geldiği noktanın yalnızlık olduğunu dillendiren satırlarla karşılaşıyoruz: “Yazık, kimsenin hayatı edebiyat kadar hakiki değil artık. Bir öykü köşesinde, bir hayal çarşısında kendimize yer bulmaya çalışıyoruz. Yalnızım. Yalnızız. Artık kimselerle oturup doğru düzgün konuşamıyoruz bile! Şu yaşadığımız bilgi çağında, bu kadar az bilge kişi kalmış olması ne hazin değil mi?”
Ya kitaplar da olmasaydı?..
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (27 Temmuz 2017)