Dünyanın kana bulandığı şu günlerde baştacı edilmesi gerekli bir yazar Micheal Morpurgo. “Savaş Atı” da onun en güzel eserlerinden biri… İnsana, iyiye ve güzele dair ne varsa yok eden, adını savaş koyduğumuz felaketi, onun yıkımlarına tanık olmuş bir atın ağzından anlatıyor. Kahramanın adı Joey… Yaşananları ondan dinleyip de savaşın lanetiyle yüzleşmemeniz olası değil.
Joey, I.Dünya Savaşı henüz başlamışken bir çiftçi tarafından alınır ve kısa süre sonra da orduya satılır. Çiftlikte kaldığı zaman içinde kurulur çiftçinin oğlu Albert’le aralarındaki derin sevgi bağı. Ayrılık vakti geldiğinde, henüz orduya katılabilecek yaşa ulaşmamış olan Albert bir söz verir ona: Bir gün mutlaka bulacaktır onu.
Joey, daha savaş eğitimi sırasında yaşar duygu dünyasındaki ilk kaybını. Albert’le olan ilişkisinin tersine, eğitmenine olan saygısı, sevgi değil korku ile temellendirilir. Neyse ki onu ordu adına satın alan yüzbaşı Nicholls, mesleğinin katılığından pek nasiplenmemiş, yumuşak kalpli bir askerdir. Hiç değilse o sevgisini ve şefkatini esirgemez Joey’den.
Ve bir gece İngiltere’den gemiyle ayrılır Joey. Yolculuğun yönü Fransa, daha doğrusu savaşın ateşten kucağıdır. Karaya ulaşır ulaşmaz, savaş hemen oracıkta gösterir kirli yüzünü. Yaralılar… Sakatlar… Sedyeler… Gördükleri karşısında Yüzbaşı Nicholls’ın saklamaya çalıştığı gözyaşları, okurun kalbine damlar ve önemli soruların yeşermesine neden olur: İnsanları türdeşlerini öldürmeye zorlayan hangi güçtür? İnsan insana neden bunu yapar? Bu acılar ne uğruna çekilir ve çektirilir?
Joey, daha cephedeki ilk başarılarında anlar savaşın kazananı olmadığını. Zafer dedikleri yıkımdan geriye kalanlar yere serilmiş asker ve at ölüleridir; börtü böceği, ağacı çiçeğiyle yok edilmiş bir doğa parçasıdır.
Ruhlardaki ışığı karartan savaş devam eder, Joey görevden göreve koşar, elden ele sahip değiştirir. Bu zor günlerde bir de yol arkadaşı vardır. Sarsılmaz gücü ile ona cesaret kaynağı olan Topthorn… Joey içine düştüğü can pazarında onun hiç kaybolmayan umudundan ve kararlılığından destek alarak tutunur hayata.
Okur, kitabın sayfalarında ilerlerken bir ezberini de bozar: Bir at öldüğünde boş kalan sadece bir meydan değildir. Onun sevgisinin ısıttığı yürekler de boş kalır. Peki, kahramanlık sadece ‘şanlı yiğitler’e mi hastır? Joey kahraman değilse nedir? Joey ölüme karşı direncin ve umudun zaferidir.
Joey, savaşın neden olduğu felaketlere tanıklık ederken sevginin en masum, en saf şekliyle de tanışır. Bu kez ona uzanan şefkat elinin sahibi küçük Emilie’dir. Zavallı Emilie’cik hasta yatağında Joey ve Topthorn için dua ederken Joey’nin onun yaşam öyküsünü sınırlar ötesine taşıyacağını bilmeyecektir.
Ya Albert? Joey, yanmış yıkılmış savaş meydanlarında görevini yerine getirirken o da askere alınma yaşına ulaşır ve cephenin yolunu tutar. Sözünü unutmamıştır elbette. Acaba koca orduya dağılmış binlerce at içinde bulabilecek midir Joey’yi?
Albert’le Joey’nin yollarının kesişip kesişmediğini söylemeyeceğim; onu kitabı okuyunca öğrenin. Buna karşın bir başka bilgiyi paylaşacağım sizinle. Savaş bitip de sözde zaferle ülkelerine dönme vakti geldiğinde, Albert kalbe dokunan alabildiğine naif bir sorumluluk almıştır üzerine: Küçük Emilie’nin yaşam öyküsünü Fransa’dan uzak bir diyarda çalıp söyleyecektir.
Bu kitap niçin okunmalı? Elbette ki hikâyesinin kalbe dokunan güzelliğinden dolayı okunmalı ama sadece o kadar değil… Milyonlarca insanı ateş çemberine hapseden savaşların çirkin ve kirli yüzünü deşifre ettiği için de okunmalı. Dostluğun, sevginin, güvenin; iyiye, güzele dair tüm değerlerin insana en kötü koşullarda bile nasıl güç verdiğini gösterdiği için de çevirebilirsiniz bu sayfaları. Ya da belki sırf Morpurgo yazdığı için bir kaç gününüzü bu güzelim kitaba ayırabilirsiniz; çünkü o savaşa karşı savaşan en güçlü kalem ustalarından biri…
Başta da belirttiğim gibi, dünya yine şansız bir dönemden geçiyor. İnsanlık bir kez daha insanlığını unutmanın eşiğine geldi. Silahlar çekildi, fitiller ateşlendi, mermiler masum bedenlerle buluşmaya başladı. Barış türkülerini yaymanın ve savaş çığlıklarını boğmanın tam zamanıdır.
Hülya Arslan Büyüktuna – edebiyathaber.net (16 Aralık 2015)