Sanırım ve maalesef her insanın hayatında tanık olmak zorunda kaldığı ufak ya da büyük çaplı hayvan ölümleri vardır. Bugün hala izlerini taşıdığımız travmalarımızın birçoğunun temelinde de bu anılar yatıyor olmalı. Bir zamanlar tıpkı hayvanlar gibi sadece ihtiyacı kadar et yemek için hayvanları öldüren ya da günlük sıradan işlerinde kullanan insanlık nasıl bir evrimden geçip de dünyanın en vahşi canlı türüne dönüştü bilemiyorum. Berger, Hayvanlara Niçin Bakarız? isimli kitabında sürecin 19. yüzyılda başladığını ve bunun baş sorumlusunun kapitalizm olduğunu söylüyor.
Çocukluğu Afrika’da bir çiftlikte geçen Doris Lessing’in de kedilere dair ilk anıları, çocukluğa dair bir duyarlılıkla kimilerine üzüldüğü kimilerini umursamadığı böyle ölümlerle başlıyor. Bu ölümlerin birçoğunun nedeni, hatta bazılarına katliam demek daha doğru, çocukken ailesi ile yaşadığı bölgede kedi nüfusunu kontrol altına alma yöntemleri.
Herkesin hayatına bir gün bir yerde bir kedi girer. Kedisiz bir hayat eksik bir hayattır bana göre. Lessing’in hayatına da çocukluğunda dahil olan bir kedi, kedilerle ilişkisini farklı bir boyuta geçiriyor. O günden sonra gördüğü kediler sadece bir kedi değildir Lessing için, kendilerine has hayran olunası özellikleri ile hepsi ayrı bir bireydir. Lessing’in kedilerle ilişkisi zaman içinde öyle bir noktaya gelir ki, onların yazarın yaşamında çıkmamacasına bıraktığı izler Kedilere Dair kitabı ile ölümsüzleşir. Kedilere Dair, Lessing’in hayatına giren kedilere bir ithafı gibidir. Kitabında onlara hiçbir ayrıcalık, güzelleme, yüceltme yapmıyor Doris Lessing. Ama sonuçta her biri Doris Lessing gibi büyük bir yazarın hayatında olmakla ve onun kaleminden anlatılmakla sonsuza kalan ayrıcalıklı bir yer ediniyor edebiyat dünyasında.
Kedilerle insanların yaşamları bu kadar iç içe geçmeden önce kediler gerçekten tam anlamıyla bağımsız yaşayan, nüfus planlamasını doğanın kanunları ile doğallıkla gerçekleştiren, bir evin içinde olmayı, kendilerini olmadık şeylerle besleyen insanlara sürünmeyi, insanların kucaklarını yataklarını tercih etmeyi akıllarına bile getirmeyen canlılarmış. Bugünse bizlerle içli dışlı olmaları ile doğaları değişti, dönüştü. Artık yılda dört kez yavrulayan, her defasında iki ila altı arasında yavru doğuran, kimimizin vazgeçilmezleri, kimimizin görmeye bile tahammül edemediği canlılar onlar. Doris Lessing’in de kedilerle ilgili en zorlandığı problem sürekli yeni doğan yavrular. Birçoğumuz gibi kedilerini kısırlaştırmaya kıyamayan, ama her yıl çoğalan kedi nüfusu ile de ne yapacağını bilemeyen bir Doris Lessing buluveriyoruz karşımızda.
Kısırlaştırma, başka bir canlının bedeni üzerinde bir karar verme sorumluluğu çok zor. Kedilerle yaşayan herkes gibi Lessing’in de deneyimlediği, kedilerin çiftleşme ve sonrasında çektiği sıkıntılarla sınırlı değil problemler. Sokaklarda yaşayan hayvanlara bizim türümüz tarafından uygulanan şiddet ve vahşet haberleri olmadan geçirdiğimiz gün yok. Diğer yandan medeni Avrupa’da sokaklarda “sahipsiz!” hayvanlara hiç tahammül yok; nüfus planlaması konusunda çareyi sokaklardaki hayvanları bir yerde toplayıp sahiplenen olmazsa “uyutarak!” çözüyorlar.
İlk kez doğum yapan bir kedinin doğum sürecinin her anı mucizevi. İlk yavru geldiğinde anne kedinin ona bakıp duraklama süresi. Sonra bir uyarı almış gibi anne rolüne geçiş. Jelatin keseyi yalayarak çıkartması. Göbek kordonunu kesmesi. Doğumdan artakalanları yemesi. İlk kez olmasına rağmen bu kadar temiz, ustaca ve kusursuz olması… Nasıl da hayran olunası…
Sonra annenin yavrularına yaşamı öğretme süreci… Sadece yeme içme, tuvalet eğitimi ile sınırlı değil. Kediler aşina olmadıkları hayvanları, işleri veya hareketleri saatlerce seyrediyorlar. Yatak çarşaflarının değiştirilmesi, paket açmak, dikiş dikmek. Pencereye konan kuşlar ya da uçuşan yapraklar. Anne bir şey öğreniyor, sonra onu yavrularına öğretiyor, oyunlarla, şakalarla.
Evde birden fazla kedi olduğunda sonsuza kadar sürecek hissi veren iktidar savaşları. Bölge kavgaları. Üstün gelenin özgüven ve kibri. Bakışmalar, göz süzmeler, nispet yaparcasına salınarak yürümeler… Evde hasta kediye gösterilen ihtimam nedeni ile hasta numaraları…
Sonra eve getirilen hediyeler. Fareler mesela! Hırpalanmış yavru kuşlar. Ya da komşunun mutfağından aşırılmış sosisler. Bu yaptığına kızdığınızda anlamayan şaşkın bakışlarını üzerinize dikmeler… Sen ne anlarsınvari çekip gitmeler…
Kedilerle yaşayanlar bunların çoğuna tanık olmuştur. Lessing de kitabında benzer deneyimleri paylaşıyor. Bazen boğazımıza bir yumrunun oturmasına sebep olan, bazen gülümseten anılar. Yıllardır bir kedi ile yaşamama ve sokak kedilerinden kalabalık bir dost grubuna sahip olmama rağmen, Doris Lessing’in kedilere dair gözlem ve düşüncelerinden yepyeni şeyler öğrendim. Bugüne kadar kelimeleri olmayan yaşadığım birçok özel duygu da onun cümlelerinde anlamını buldu. Kedilere olan hayranlığım ve onların ne kadar özel canlılar olduğuna dair düşüncelerim derinleşti, zenginleşti.
Kitapta yer alan her bir kedi, özgün karakterleri ile ayrı bir hikâye. Gri kedi, kara kedi, Butchkin, El Magnifico… Hepsinden çok etkilendim, ama en çok Rufus’un hikayesinden. Kulak ve böbrek problemleri ile, muhtemelen birkaç terkedilme hikayesinden kalan tamir edilemez güvensizliği ile, yine de Lessing’e minnetini göstermeyi ihmal etmeyen mırlamaları ve bakışları ile, çekmediği çile kalmayan ama yaşam karşısında başını asla eğmeyen Rufus. Onu anlattığı bölümün sonunda Lessing’in paylaştığı duygular, hayatını kedilerle ya da başka bir hayvanla paylaşan herkesin duygularını da ifade ediyor olmalı:
“Kedileri tanıyıp, hayat boyu kedilerle birlikte olunca geriye insanlara karşı duyulandan çok farklı bir hüzün tortusu kalıyor: Onların çaresizliği karşısında çekilen acı, hepimiz adına duyulan suçluluktan oluşan bir tortu.”
Ancak ve ancak Rufus’ların mutlu olduğu bir dünyada mutlu olabileceğimizin farkına varan bir insanlık dileği ile…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (16 Mart 2018)