Dostoyevski’nin yazdığı bir anlatı üzerine düşüncelerini okurken, düşünerek/sorgulayarak yazan biri olduğunu hemen gözlerseniz.
1846’da yayımlanan ikinci romanı “Öteki”, ilk romanı “İnsancıklar” kadar beğenilmez. Kendisi de buna dair şunları yazacaktır günlüğüne:
“Bu hikâye başarılı olamadı, ama fikri zekiceydi; daha önce edebiyata bundan daha ciddi bir fikir sunmamıştım. Ama bu hikâyenin biçimi kesinlikle başarısızdı.”
Dostoyevski burada, bize, bir yapıtta ortaya bir “fikir” konulması gerektiğini hatırlatır. Yani, neyi anlatmak istiyorsun sorusunu sordurur yazara. Ve buna uygun anlatma biçimi nedir düşüncesini de hatırlatır.
O, işte bu ikisini sözünü ettiği yapıtında uyuşturamadığını söyler.
Anlatının kahramanı Y.P. Golyadkin’in ilk adımda çizilişi/anlatılışı… Düşkün biridir. Yaşadığı yenilgi sonrası hali dile getirilir. İnsanın bir benzerinin olabileceği imlenir. Kendince (anlatıcının bakışıyla) nedensizleştirmeden anlatmak, ama giderek gerçekliği yansıtılan kahramanın ruh halinin bir “neden” olabileceği gerçeğini imlemek…
Roman bir dönüşme/sanrı öyküsüdür.
Delilik ve delirium anlarının yansılarını içeren; bir bakıma BEN ile ÖTEKİ’ni anlatan romanıdır.
İnsanın kendisiyle çatışması, çelişmesinin öyküsüdür de diyebiliriz buna.
Hayal ve gerçek…
Paranoya insanda nerede başlar, nasıl sürer ve nereye varır. Belki de bu psikozu göstermesi açısından roman dikkate değer bir nitelik taşır bugün.
- Korku >panik/paranoya> bunu var eden ortam,
- Bireyin gücünü kırma>sıradanlaştırma,
- İnsanın kendindeki kendisi>insanın gölgesi (Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan” kitabındaki öyküleri hatırlayalım; özellikle de “Hişt…Hişt…”),
- Gogol’ün “Burun”>”Palto” öykülerine gönderme,
- “İkiz/lik hali,
- Bölünmüşlük>çokseslilik,
- Karakterin dönüşme hali,
- Gülmece boyutu>kara mizah,
- Küçük insanın dramı,
- “Öteki” kavramına ilgi,
- Varoluşçu izler,
- İkilik/bölünmüşlük> Sartre’ın “Bulantı”sına uzanan yol,
- Tahsin Yücel’in “Ben ve Öteki” kitabındaki öykülerinin benzer ruh iklimini taşıması,
- Bireysel varoluş sorunsalına bakış,
- İnsanın açmazı/çıkmazı…
Dönemeçteki anlatıcı
Dostoyevski’nin yaşama dönemeçlerine bakınca, 1845’te “İnsancıklar” romanını yazmaya başladığında, yani 24 yaşında, artık harp okulundan mezun olmuş, edebiyata yönelmiş biri olarak görürüz onu.
1839’da babası vurularak öldürülür. O tarihte Stendhal “Parma Manastırı”nı yayımlamıştır. Dostoyevski, 1844’te de Balzac’ın “Eugénie Grandet” romanını Rusçaya çevirir. 1846’da yayımlanan ilk romanı övgüyle karşılanır. Kendisine de sara teşhisi konmuştur. “Öteki” ilgi görmez, ardından “Beyaz Geceler” yayımlanacaktır (1848).
1849’da yaşamının kırılma noktası başlar: Petraşevciler arasında yer aldığı öne sürülerek ölüm cezasına çarptırılır, infaz yapılacakken bu ceza sürgüne çevrilir… Sibirya’daki kürek mahkumluğu 1854’te sona erer. Marya ile ilk evliliği yapar (1857), 1859’da Petersburg’a döner. 1867’de Anna ile evlenir, Baden Baden’de Turgenyev’le tanışır. 1866’da “Suç ve Ceza” yayımlanmıştır, 1868’de “Budala”, 1880’de son romanı “Karamazov Kardeşler” okura ulaşır. 09 Şubat 1881’de de yaşamını yitirir.
1845’te kışın başlarında “İnsancıklar”ı yazmaya başlar. Daha önce bir şey yazmamıştır, ama Balzac onun elinden tutan romancıdır aslında. Romanını Fransızcadan çevirmesi de biraz bundandır.
İlk romanı, “Rus insanının gizli dünyasını ortaya çıkarıyor,” nitelemesiyle övgüyle karşılanır.
Yansıttığı kişilerin gerçekliklerine baktığımızda; yumuşak başlı, yalnız kırılgan kişiliklerdir her biri. Onları sarmalayan boşluk ve hiçlik duygusu masumiyetlerini de simgeler adeta. Umutsuzluk ve acı içinde debelenişleri de Rus insanının karakterini yansıtır bir ölçüde. Düşkünlük ve aldanış… Neredeyse bu izlekler sonraki romanlarının da çıkış noktasını oluşturacaktır.
Dönemin gerçekliğine bakışı, topluma/halka/sorunlara, insanın benliğine yakın duran bir yazar kimliğiyle çıkar karşımıza romancılığının bu ilk döneminde.
İnsanı “öteki”leştiren ortamın gerçekliğine bakışı, gündelik yaşamın sıradanlığını yansıtması çizdiği patolojik karakterlerin de özelliklerini verir. İnsanın kendine ait bir yerinin olamaması, bir duyguya bağlanamaması… Sıkışıp kalmışlığı bu dönem romanlarının ana izlekleridir.
Bu da onun çağrısının ilkten neleri içerdiğini gösterir bize.
Sürgünle gelen “uzaklaşma” dönemi ise bir bakıma Dostoyevski’nin anlatı dünyasındaki dönüşümün arka planını hazırlar.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (12 Şubat 2019)
“Dostoyevski’de “ben” ve “öteki”nin yolculuğu 1: Dostoyevski’nin çağrısı | Feridun Andaç” üzerine bir yorum