İki kez yandım. İlki 1988 yılının Şubat’ıydı. Rutubeti ve küçüklüğüyle bir Boğaz semti olan Ortaköy’e hiç yakışmayan köhne bir apartman dairesinin salonunda, henüz ocaktan indirilmiş ve hala fokurdayan bir çaydanlık, bir andan daha kısa bir sürede her şeye değebilecek kadar uzun bir çocuk elinin yaramazlığıyla sağ omzumdan karıma ve sol bacağıma döküldüğünde, üzerimdeki naylon kazak eriyerek vücuduma yapıştı… Ve o yıllarda yanık tedavilerinde keskin bir kokusu olan, rengi limonataya benzeyen ve sıcak su dolu küvete atıldığında fokurdayan, böylece deriye yapışan gazlı bezleri soymaya yarayan ilaçlar kullanılırdı. Yine o günlerin hastabakıcıları, altı yaşındaki yaralı bir çocuğu bir oyun havuzuna yüzmeyi öğrenmesi için atan koruyucu babalara hiç benzemez… Ailelerin yaklaştırılmadığı pansuman odalarının küvetlerine gelişi güzel fırlatıldığımda henüz taze yanıklarımdan çarpmanın etkisiyle sızan kan, ıslanan sargı bezini kızıla boyardı… Suyu cozurdatan ilacın kokusu burnunu yakarken ise, kaçamayacağını bildiğin halde yine de ağladığın eller derinin üzerindeki ikinci deri olan sargı bezini tutup serçe çeker, kapıda bekleyen yakınların bir kez daha bayılmasın diye düşünerek, içine ağlardın. İkinci yanışım geçen yıldı ve vücuduma hiçbir ateş ya da kaynar su dokunmamıştı. Fakat bu manevi yanma hali, zamanla geçeceği yerde birçok kozmik şakayla içten içe fokurdayan bir volkana dönüştü. Ama bıraktığı iz, 28 yıl önceden daha derindi.
Everest Yayınları’ndan çıkan Joseph Frank’ın “Dostoyevski Çağın Bir Yazarı” adlı bin sayfalık biyografisini okuduğumda düşündüğüm şey tam da bu oldu: “Dostoyevski’nin hayatı boyunca duyduğu şey, benim yanmaya olan hatıram kadar acıydı…” Bana bunu düşündürten de, bugüne kadar tanıdığım Dostoyevski’den biraz daha farklı bir Dostoyevski tanımak oldu. Tanıdığım Dostoyevski, yazı dehasını üç beş kuruş daha fazla kazanabilmek için yetenekli yazarların yoksulluğundan faydalanan yayıncılara rehin bırakan… Aldığı parayla da kumar oynayıp ve daima kaybederek yeni kumar şansları elde etmek için, hem o güne kadar hem de o günden sonra yazılacak en nitelikli romanları yazan… Bir Rus milliyetçisi… Bir ahlak felsefecisi… Ve ezilmişlerin, horlanmışların, aşağılanmışların, yok sayılanların; yani yoksulların; yani gerçek Rusların yazarı olduğuydu. Ama Joseph Frank’ın Dostoyevski’si bana tanıdığım Dostoyevski’den daha farklı, algılarımı karıştıran, biraz sarsıcı biraz da onu daha iyi anlamanın endişesini tattıran çok titiz ve gerçekten de bir Dostoyevski romanı izleğindeki eşsiz bir çalışma olarak geldi…
Diğer biyografiler de önemli
Aslında bir yazarı biyografilerinden değil de metinlerinden tanımayı yeğlerim ve edebiyat tarihçisinin ne işine yarar bu söylediğim bilmiyorum ama hiçbir önsözü bu nedenle; yani kitabı kitaptan öğrenmek istediğim için okumadığımı söyleyebilirim… İş eğer büyük ustaların yaşamlarına gelirse, onları sadece kitaplarından anlamanın da bir sınırı olduğunu bilecek bir boşboğazım aynı zamanda… Dostoyevski’yi anlamak için okuduğum ilk biyografi bir biyografi ustası olan Stefan Zweig’in Üç Büyük Usta adlı yapıtı oldu. Kitapta her ne kadar Balzac ve Dickens gibi edebiyatın iki kurucu babası olsa da, Zweig bu yapıtını tamamen Dostoyevski’ye ulaşmak için yazmıştı. Dostoyevski’nin yüzünü betimleyerek başladığı eserde Zweig, bir biyografi uzmanı olarak yazarın kişiliğini, hayatını ve eserlerini adeta bir hap haline getirerek okuyucuya verir. Zweig isteseydi Dostoyevski’nin yüzlerce sayfalık biyografisini yazardı ama onun amacı bu büyük ustayı herkesin anlamasını sağlamak bu nedenle de karışık yaşamı ve gelgitleriyle metni boğmayarak Dostoyevski’yi okurun gözündeki önemli değerine değer katarak uluların ulusu yapmaktı… Ki metni okuyan hemen herkes, Stefan Zweig’in ne denli başarılı olduğunu görür. Ama o metin Zweig tarzı yazılmış bir metindir ve Üç Büyük Usta’nın havası asla bir Dostoyevski romanı gibi geçmez…
Rene Gırard’ın “Dostoyevski Yeraltı İnsanı” biyografisi de, Dostoyevski biyografileri içinde otorite metinler arasında yer alır. Gırard burada Dostoyevski’nin metin kurmacaları üzerinde durarak, kitabının başlığındaki gibi Dostoyevski’nin edebiyat dünyasına kazandırdığı yeraltı kavramını irdeler. Bilimsel olarak da kanıtlandığı üzere her insanın elindeki asidin farklı olması nedeniyle, eskilerin ‘Elinin lezzeti’ dedikleri, yemeğe o özel tadını veren kimyanın, Dostoyevski’nin kaleminden kağıdına kendine has yeraltı kimyasıyla aktığını söyleyen Gırard, okura Dostoyevski hakkında yine pek çok bilgi sunar. Ve tatminkar bir okuma deneyimi yaşanmasını sağlar. Ama Dostoyevski hakkında yazılmış diğer biyografilerin de aksine, Joseph Frank’ın bin sayfalık Dostoyevski Çağın Bir Yazarı adlı yapıtı gibi hiçbir yapıt, bir Dostoyevski romanı izleğinde ilerlemez. Bir yazarın romanını, onun yazma üslubunu yada izleğini kullanarak biyografi yada edebiyat eleştirisi üretmek, sadece bu iki türü oluşturmak değildir. Bu bir anlamda, ölmüş bir yazarın kalemini onun düşünsel mürekkebine batırarak, ölümünden sonra bir orijinal bir Dostoyevski romanı yazmaktır. Ve bunun dünyadaki örneği pek az. Hatta hiç yok. Özelliği nedeniyle de biçimsel olarak Frank’ın biyografisi biyografi yazımı içinde ayrı bir yerde duruyor.
Bir savaş başlıyor
Ama… Söz konusu Dostoyevski olunca, söz bu kadar çabuk bitmez. Tabi olaylar da… Dostoyevski’nin hemen herkes tarafından az ya da çok bilinen hayatının asıl bilinmeyenlerini ortaya döken bu yapıt, yazara bakışımızı değiştiriyor. Hatta kitabın ismini Turgenyev ve Dostoyevski Savaşı olarak bile koyduracak denli yoğun olan bu iki büyük yazarın çekişmesi, metnin motor gücünü oluşturuyor. İvan Turgenyev 9 Kasım 1918’de soylu bir ailede doğar. Babası eski servetini yitirmiştir ama Turgenyev geniş çiftliklerin sahibi, zengin bir adamdır. Fyodor Dostoyevski ise, Kasım 1921’de bir doktor ile bir çiftlik sahibi Dostoyevskilerin çocuğu olarak dünyaya gelir. Hayat boyu çekeceği maddi yokluğu iliklerine kadar yaşar. Doktor babası esrarengiz bir şekilde ölür ya da Fyodor’un hep inanacağı şekilde cinayete kurban gider. Ve içindeki yazma tutkusu Fyodor’u Gogol’e götürür. Gogol, Rus edebiyatının Ölü Canlar ile canlanmasını sağlayan, herkesin ilham aldığı hem büyük hem de mütevazı ilahtır. Dostoyevski ona özenerek yazmaya başlar, daha ilk romanı İnsancıklar ile Rus edebiyatının en büyüğü olmak iddiasını metin aralarına gizler. Dostoyevski’nin yeteneği rakiplerin ne yapacağına kilitlenmiş Turgenyev ve diğer Rus yazarların radarına yakalanır. Böylece Dostoyevski sonu idamın kıyısından dönmek olan Çar aleyhtarı hapishane yıllarında, ne doktor babasının himayesinde ne de mühendislik okulunda görmediği gerçek Rus halkı ile tanışır. Sibirya hapishanesinde yoksulluğu, acıyı ve aldatmayı en hata kabul etmez örnekleriyle birebir yaşarken Frank’ın dediği gibi bir psikiyatriste dönüşür. Dostoyevski, dünyanın en büyük yazarı olsun diye Tanrı tarafından bu insan inceleme merkezine itilir ve buradan yıllar sonra ayrılan Dostoyevski, ilk bakanın güvensiz ve karanlık saydığı gözleriyle karşındakinin ruhunu okuyabilen bir karaktere dönüşür…
Dostoyevski’nin yazma çabasını daima Turgenyev’in yazdığı metinleri daha ileri götürmek gayesiyle ele alması, bizim gibi Dostoyevski okurlarını şaşırtabilir. Ama hem Avrupa gezilerinde yani toprak ağası Turgenyev ve Tolstoy gibi zengin olmak için kumarhaneleri gezip parasız kaldığında Turgenyev’den borç isteyen Dostoyevski… Hem de yazdığı her romandan Amcanın Düşü, Öteki’den sonra Turgenyev’in can yakan alaylarına sessiz kalır. O günlerde Rus edebiyat kanonu, St. Petersburg ve Moskova’daki zengin evlerinin salon toplantılarında bir araya gelerek kimin Rus edebiyatında var olup olmayacağına karar verirken, Turgenyev bir üst bakışla Tolstoy’u kendine rakip görür; tehlikeli bulduğu Dostoyevski ile de hem arkadaş hem de onun alaycı düşmanı olarak aklınca bir denge tutturup, bu dehayı yazmaktan soğutmaya çalışır. Dostoyevski ise bir taraftan Rus edebiyatını doğrudan eleştiren bağımsız bir gazetenin olmamasından yakınır ve kardeşiyle beraber bu gazeteyi yayımlarken, bir taraftan da Tolstoy’u ‘Alalade bir toprak ağası ve bu düşüncelerini yaymak için roman yazıyor’ diye aşağılayarak kendine rakip görmekten kaçınır. Tüm bu tartışmaların ötesinde, kendi çiftliğinde ise Tolstoy, bir taraftan Anna Karenina ile Savaş ve Barış’ı yazarken bir taraftan da Dostoyevski’nin dediği gibi kendi düşüncelerini romanlarıyla empoze etmeye çabalar. Ama bu çaba hatırı sayılır bir edebiyat okuruna göre dünyanın en güzel çabasıdır ve Tolstoy dünyanın en büyük yazarıdır.
Benim gibi hattın diğer tarafındakiler yani Dostoyevski bir din olsaydı, o dine geçecek olanlarsa Dostoyevski’nin romanlarını Turgenyev’e ayarlı bir saatle yazmasına ve elde ettiği başarıya şaşıp duracaklar… Turgenyev, Rusya’da devrim yapma amacıyla Nihilizmi ele aldığı Babalar ve Oğullar ile o günlerde böyle bir kavram kullanılmasa da Rusya’nın modern ve büyük romanını yazdığını edebiyat kanonuna onaylattırır. Dostoyevski ise Turgenyev’in karakterlerinin daha olgunlaşmış olanlarıyla yeni romanlar yazar. Bu arada parasız kaldığı için Suç ve Ceza’yı yazarak yayımlar ve dünyanın en iyi üç romanından birini yazdığının farkına bile varmaz bu açık zekalı büyük yazar. Çünkü Dostoyevski’nin gözü tıpkı birkaç on yıl sonra bu kez Amerika’da ampulü bulmak için birbiriyle amansız bir yarışa giren Thomas Edison ile Nicola Tesla gibi Fyodor Dostoyevski ile İvan Turgenyev Rus edebiyatının en büyüğü olmak için yarışırlar. Ve Dostoyevski pek çok kez Avrupa’ya gidip orada uzun süre kalarak kimi Avrupalı yazarlara dostluk kurup, yine iflah olmaz bir hastalığa dönüşen aslında zengin olup rahatça yazmasına yetecek parayı kazanmak amacıyla kumarhanelerde borç parayla zar atarken… Yayıncılardan para koparmak için dünyanın en iyi elli romanından biri sayılan Kumarbaz’ı yazar… Dostoyevski’nin para sıkıntısı nedeniyle alelacele yazdığı romanlar Rus edebiyat kanonu tarafından bu büyük dehaya yüz vermemek ve onu daha sevimli rakipleri karşısında öne çıkartmamak için öfke hatta sövgüyle karşılanır. Sövenler arasında Turgenyev de vardır ve Dostoyevski’yi alaya almayı artık açıktan açığa yapar… Fakat Avrupa seyahatleri sırasında Turgenyev’i ziyaret eden ve çoğunlukla ondan ödeyemediği borçlar alan Dostoyevski sadece günü kurtarmaya çabalar. Onun bu anlık uğraşları da edebiyat kalesinin en büyük burcunun taşları olacak, dünya Dostoyevski’nin mecburen yazdığı romanlarla okuma zevkini tadacaktır…
İki kadının hikayesi
En nihayetinde Cinler ve Karamazov Kardeşler romanlarıyla Turgenyev’in saldırılarına Dostoyevski’nin de açıktan verdiği cevaplar, yirmi milyon metrekarelik Rusya’yı Tolstoy-Turgenyev-Dostoyevski gibi üç yazar için daracık hale getirir… Ama bu yarışın foto finişinde Tolstoy ile Dostoyevski’nin adı yazar. Çünkü hayatını Dostoyevski’yi engellemek, dahası sadece kendisinin en büyük Rus yazarı olduğunu göstermeye adayan Turgenyev, roman alanında Babalar ve Oğullar’dan başka nitelikli yapıt veremez. Ama Dostoyevski Ölü Evinden Anılar, Yeraltından Notlar, Budala ve Delikanlı’nın da olduğu uzun bir liste ile romanın baba ismi hanesine nüfusta adını yazdırmayı başarır. Çünkü Dostoyevski ezilmiş, aşağılanmış, horlanmış, küçük düşürülmüş ve yok yere suçlanmış Rusların hayatını onlardan biri olarak ve onlardan biri olmamaya çabalayarak yaşadı. Çoğu mecburi hizmet olan pek çok metin yazdı. Ama bunu yaparken de aklında daima ağır aksak giden Rus edebiyatına yenilik getirmek fikri vardı. Ve bunu yıllarca edebiyat eleştirisi yapan bir gazeteyi bizzat çıkararak, onun borçları nedeniyle yıllarca Petersburg’a giremeyip polisten kaçarak yaptı. Anna Grigoryevna ile birlikteyken, hatta onunla evliyken bu fedakar ve iyi niyetli yazar kadını, ki Anna olmasaydı bugün Suç ve Ceza diye bir roman olmazdı, Dostoyevski ondan tadını alınca romanı bitirmeyecekti fakat Anna devreye girdi, o kadını Apollinaria Suslova adlı Avrupa’da yaşayan sevgiyle defalarca aldattı. Yine de Anna, Fyodor’a çocuklar verdi ve onun büyük romanları Delikanlı, Suç ve Ceza, Cinler, Karamazov Kardeşler’ini yazarken yanında oldu. Aslında Apollinaria Suslova, kötü bir ayrılığın iyi bir romancıya güzel bir ilham verebileceğini, ama Anna Grigoryevna gibi yürekli ve seven bir kadının ise sancılı da olsa gerçek bir birliktelikte iyi bir yazara mükemmel metinler yazdırabileceğini gösterdi. Ya da bin sayfadan en çok bunu anlamak, yanarak ateşim yükselirken benim işime geldi…
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (19 Aralık 2016)