Onur Çalı’nın Parşömen Edebiyat’ta çıkan dünlüklerini severek takip ediyorum yıllardır. Her okuyuşumda bir gün kitaplaşmalarını dilerdim, hayatın cömert bir anına denk gelmiş olacak ki dileğim gerçekleşti. 2015-2020 yılları arasında yazılmış olanlardan bazıları İthaki Yayınlarından Dünlükler ismiyle yayınlandı, artık toplu bir şekilde elimizin altında. Dilerim devamı da gelir, gerçi yazarın kitapta 2020’den sonraki dünlüklere hiç yer vermemesi devamının da geleceğinin sinyalini veriyor. Bahsi geçen yıllar arasında, ülkede, öngörülemeyen korkunç şeyler yaşandı: Katliamlar, ihraçlar, yaratılan korku iklimi, doğa talanı, rant, ülke tarihinde görülmemiş korkunç bir kutuplaşma, ırkçılık, nefret, pandemi, günden güne artan ekonomik sıkıntımız, çaresizliğimiz ve daha neler neler. Onur Çalı bize yaşadığımız bu karanlığı anlatmamış, nefes alabileceğimiz bir alanın varlığını işaret etmiş adeta.
Sadece dünlükleri değil, yazarın denemelerini de takip ediyorum, çünkü merkezine kişisel hayatı koyan edebi türleri çok seviyorum. Ve bu türlerin hem yazar hem de okur tarafından çok ilgi görmemesine de içerliyorum. Özellikle günümüz yazarları bu türlere oldukça uzak. Uzaklığın sebebini bildiğimi söyleyemem ama yazıldıkları döneme ışık tutmalarının yanı sıra, bir yazarın gerçek kabiliyetini ortaya çıkaran türler olduğunu da düşünüyorum, çünkü öncelikle, incelikli ve lezzetli bir dil gerektirir. Hikaye ve romanı sağlam bir kurguyla kotarmak mümkünken deneme, anı, günlük gibi türlerde dil fukaralığı yazarı tamamen çıplak ve silahsız bırakabilir. Okurken sıkıntıdan patladığımız metinlerin temel eksiği bahsettiğim bu dil fukaralığıdır. İyi bir dil, entelektüel donanım ve herkesin göremediğini görebilme yetisiyle birleşince tadına doyulmaz bir okuma serüveni çıkar ortaya.
Onur Çalı’nın metinlerinden de anladığım kadarıyla; özellikle Salah Birsel, Melih Cevdet, Tomris Uyar ve İlhan Berk’ten çok etkilenmesinin esas sebebi dildir. Çünkü bu usta isimlerin ortak özelliği, adeta ağızda dağılan mükemmel bir dil kullanmaları. Onların gösterişten uzak, lezzetli dilini Onur Çalı’nın her cümlesinde de görebilmek mümkün. Rodin’in taşa yaptığı muameleyi o da sözcüklere yapmış sanki:
“Fazlasını at.”
Peki herkesin nefes almadan öykü ve şiir yazdığı günümüzde Onur Çalı neden “günlük ve deneme melezi” dediği böyle bir türe el atmış?
Bu sorunun cevabına 7 Kasım 2019 tarihli dünlükte rastlıyoruz:
“ Gizlemeye çalışsak ne fayda! Bizim bu dünlükleri yazmaya başlamamızın iki müsebbibi var: Tomris Uyar ve Salah Birsel.”
Şaşırdım mı? Yok. Özellikle “ İki gözüm Salah Bey” e olan sevgisine onun tüm metinlerinde rastlamak mümkün. Bir meslektaşını bu denli tutkuyla, hayranlıkla seven bir yazara hiç denk gelmemiştim. Öyle ki yine çok sevdiği Refik Halid’le, Salah Birsel’in birbirleri hakkında neler düşündüklerini bile araştırmış ( s.99) Salah Birsel’le günümüz arasında bir köprü olduğunu düşündüğüm Onur Çalı, büyük ustanın kendisi üzerinde bıraktığı etkiyi her fırsatta dile getirmiş:
“ Salah Birsel okumanın bana en büyük katkısı, sözcükleri sevmeyi öğretmiş olmasıdır. Salah Bey okumazdan önce sözcükleri sevmediğim anlamına gelmiyor bu. Nedir, böylesine güçlü değildi bu sevgi. Katmerlendi. Öyle ki tüm sözcüklere sevgiyle bakar oldum. Sözcükler üzerine düşünmeye başladım. Sözlüklere daha çok bakar, onları daha iyi görür oldum. (s.96)
Malzemeyi sevince, özenince ortaya güzel eserlerin çıkması kaçınılmaz oluyor. Misal; velut, işlenmek, evvelsi, şallamşop, vayvilim, kitapperest gibi sözcüklere Onur Çalı dışında günümüz yazarlarında hiç raslamadım. Konuşana da rastlamadım.
Çağdaşım hatta yaşıtım olan bir yazarın günlüğünü okumam büyük bir talih zannımca. Çünkü günlük okuma serüvenim artık hayatta olmayan yazarlarla başlamıştı. Kafka’nın, Andre Gide’in, Tomris Uyar’ın, Cemal Süreya’nın günlüklerini okuduğumda çoktan göçüp gitmişlerdi dünyadan. Zamanla araya tek tük yaşayan yazar girdi. Yaşları benden büyük oldukları için yazınlarını çok sevsem de yaşadıkları, hissettikleri çoğunlukla yabancı geldi bana. Şimdi ise yaşıtım olan ve zevkle takip ettiğim bir yazar var. Birebir yaşadığım, şahit olduğum ya da haberdar olduğum pek çok şeyi onun dünlüklerinde okuyunca kendi dünüme de bir yolculuğa çıkmış oldum. Önceden gündemime giren bazı olayların, isimlerin, filmlerin ona da uğramasını, onun da kafa yormasını gülümseyerek okudum. Misal, Kitaplık dergisinin 2003 Nisan sayısında İlhan Berk’in şöyle bir metnine denk gelmiştim:
“Hem her şey ormanda bir ağacı yapan ressamla köylü arasında başlamaz mı?
-Ne yapıyorsun?
-Şu ağacı.
-O, zaten var.”
Sanattın ne olduğu, ne olması gerektiği ile ilgili ilk ciddi aydınlanmayı o zaman yaşamıştım sanırım. 18 Ağustos 2018 tarihli dünlükte bu metnin kaynağının İlhan Berk’in Fuzuli’den okuduğu bir hikaye olduğunu öğreniyoruz. Hikayeyi İlhan Berk Abidin Dino’ya anlatır. 1979’da Milliyet Sanat’ta bir yazının konusu olur. 1500’lü yıllarda başlayan –görebildiğimiz kadarıyla, çünkü hikayelerin ezeli ve ebedi yoktur- hikaye farklı yıllarda, farklı formlarla, farklı aktarıcılarla günümüze kadar geliyor ve dünlükler sayesinde yirmi yıl önce etkilendiğim dizelerin hikayesini öğreniyorum.
Yine 22 Nisan 2020 tarihli dünlükte, Katalan yönetmen Carla Simon’un yönettiği 93 Yazı filminden bahseder. Ben de severek izlemiştim. Onur Çalı bu filmi kısa hikayeye benzetmiş. Çok isabetli bir teşbih. Sade anlatımıyla izleyeni mest eder, son sahnesiyle de adeta altın bir vuruş yapar. Böyle çarpıcı bir sonu en son Cafer Penahi’nin yine oldukça sade akan Beyaz Balon filminde görecektim. Tam, “acı geçti” dediğimiz anda, tüm can yakıcılığıyla, çıplaklığıyla orada olduğunu görüyoruz. Üstünü örtecek hiçbir şey yok elimizde. Kaçacak bir yer de. Dünlüklerden Carla Simon’un Alcarras diye bir filminin daha oluğunu öğreniyorum. Not edildi. Sadece Alcarras değil, on sekiz kitap, üç film, bir tablo ve Janis Joplin’in gülüşü de not edildi. Road Block şarkısındaki gülüşü. Özellikle o.
Gündemlerimiz birçok yerde denk gelmiş, hepsinden bahsetmek güç, hem mevzu ben değilim. Mevzu; yaşadığımız dünyanın korkunçluğuna karşı yazarın kurduğu kendi dünyası. Edebiyatla, sinemayla, sıcak ve sade insan ilişkileriyle dolu, iddiasız, gösterişsiz dünyası. Bizi de ortak ettiği sımsıcak dünya. Siyasetin boğuculuğundan, kirinden, seçmeni hiçe sayan, umut vadetmeyen tavrından kafamızı kaldıramadığımız bu günlerde hepimizin başını sokabileceği sımsıcak bir dünyaya ihtiyacımız var.
Roman ve hikayelerde karakterle kurduğumuz bağı, günlük ve denemede bizzat yazarla kuruyoruz. Onun gündemine, dünyasına tanıklık ediyoruz. Okura kendi dünyasının kapılarını açan yazarla kurulan bağ elbette daha samimi olacaktır.
“ Biz buraya her gördüğümüzü, her okuduğumuzu, her duyduğumuzu boca ediyor değiliz.” (s.72)
Her şeyini boca etmesini beklemeyiz haliyle. Ama bizimle paylaştıkları için de minnettarız:
Salah Birsel, Melih Cevdet, Tomris Uyar, Refik Halid, İlhan Berk, Ahmet Erhan’ın gözaltına alınışı, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i İngilizceye çevirecek kişiyle yaşadığı tesadüf, Dranas’ın mezar yerini bulması, imza günlerinin yalnızlığı, söyleşilerin “soru cevap meftunları”, yazarın kaleleri olan Bergama, Kınık, Dikili, Ankara ve daha bir sürü şey.
Onur Çalı’nın sadece yazarlığından değil, günümüzün en önemli yazarlarından biri olan Alejandro Zambra’ya benzettiğim okurluğundan da çok etkilendiğimi özellikle belirtmek istiyorum. İki yazar arasında kurduğum farklı benzerlikler de var, onlar da başla bir yazının konusu olsun.
edebiyathaber.net (26 Nisan 2023)