Nobel Fizik Ödüllü Avusturyalı bilim adamı Wolfgang Pauli (1900–1958), kuantum fizik dünyasında daima el üstünde tutulan, hatta Einstein’ın varisi olarak kabul edilen bir dâhi idi.
“Bana göre belirleyici olan, Mr. Jung (ve fizikçi olmayan diğerleri) fizik hakkında nasıl düşünüyor ise benim de aynı konuda hayal kuruyor oluşumdur. Ne zaman Mr. Jung ile konuştuysam bir çeşit manevi döllenme gerçekleşiyordu.” Pauli
İsviçreli bilim adamı Carl Gustav Jung (1875–1961) ise analitik psikolojinin kurucusu olarak tanınan bir başka dâhi idi. Jung, başlangıçta Sigmund Freud ve Alfred Adler gibi psikoloji dünyasının önde gelenleriyle çalışmalarını sürdürse de, asıl şöhretini sonraki yıllarda kendi çizdiği yolda yürüyerek kazanır. Kolektif bilinçaltından kaynaklanan evrensel semboller ve imgeler olarak tanımladığı Anima, Animus, Gölge, Ben gibi Arketiplerin yaratıcısıdır o.
“Bilinçdışının Fiziği ve Psikolojisi arasındaki sahipsiz bölge, zamanımızın en büyüleyici ama en karanlık av sahasıdır.” Jung
Siz değerli Edebiyat Haber okurlarına tanıtmaya çalışacağım 137: Jung, Pauli, and the Pursuit of a Scientific Obsession (137: Jung ve Pauli – Bilimsel Bir Saplantının Peşinde) adlı eserin yazarı İngiliz Profesör Arthur Miller ise, daha önce de Einstein, Picasso gibi tarihe mal olmuş isimlerin hayatlarını kaleme almış olan ünlü bir araştırmacı yazardır. Miller, Jung ve Pauli’nin hayatta olan torunlarıyla, o dönemler üzerinde araştırmalar yapmış kişilerle, bu konuda söz sahibi olmuş akademisyenlerle uzun soluklu görüşmeler yapmış ve binlerce kaynağı taradıktan sonra bu eseri kaleme almış.
Pauli, kuantum fizik üzerine araştırmalar yaparken, ün sahibi olmanın, ödüllendirilmenin peşinde koşan birçok meslektaşından farklı bir yol seçer. Hayatı boyunca pek çok araştırmaya, keşfe katkıda bulunmuş hatta rehberlik yapmış, ancak ön plana çıkmaya hiçbir zaman ilgi duymamıştır. Pratik zekâsı ve yaratıcılığı nedeniyle çok kereler çevresindeki akademisyenlerle takışmış, sözünü esirgemediği için de hayli tepki çekmiş olan eksantrik bir dâhidir Pauli.
Tabii bütün bu özelliklere bir de özel hayatında yaşadığı çılgınlıkları eklememiz gerekiyor.
1920’li yıllarda Hamburg Üniversitesi’nde hocalık yapan Pauli önce boşanması, ardından annesinin intihar etmesi üzerine derin bir depresyona girer. İşte bu dönemde, ünlü Dr. Jeckyll ve Mr. Hyde romanında olduğu gibi çift kişilikli bir hayat sürdürmeye başlar.
Gündüzleri kuantum fizik üzerine kafa yorup birçok buluşa katkıda bulunurken bir yandan da devrin en parlak öğrencilerine üniversitede doktora hocalığı yapar. Akşam saatlerinde de soluğu Hamburg’un ünlü eğlence merkezi St. Pauli mahallesinde alır. Buradaki isim benzerliği yalnızca bir tesadüf aslında. O mahallenin bütün randevu evlerini ezbere bilen Pauli çoğu kez bir içkili salonda sızıp kalmaya, olmadık kişilerle dalaşmaya başlayınca çevresindeki dostları ona iyi bir psikiyatr bulmak için arayışa girer ve en sonunda Pauli’yi İsviçre’nin ünlü psikoloğu Jung ile tanıştırmayı başarırlar.
O yıllarda Jung da Zürih Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılmış, göle bakan evinde özel hastalarıyla ilgilenmekte, araştırmalarına da geceleri çalışma odasında devam etmektedir. İşin ilginç tarafı Pauli’yi tedavi etmesi için seçilen ünlü psikiyatr da gündüzleri kendisini ziyaret gelen kadınlarla ilişki kurmasıyla ünlü bir simadır.
Başlangıçta Pauli ile, Jung’un bir asistanı ilgilenir.
Ve gün gelir, bu iki dâhi Jung’un çalışma odasında ilk kez buluşur, bir daha da birbirlerinden ayrılmazlar. Aralarında kimsenin sırrına varamadığı müthiş bir elektrik doğmuştur, bundan böyle zihinlerinde beliren mistik sorulara birlikte cevap arayacaklardır yıllar boyunca…
Bu ilişkiyi Arthur Miller şu sözlerle anlatıyor okurlarına:
Günümüzde bilim insanları, psikologlar ve nörofizyoloji uzmanları, bilinç de dâhil olmak üzere zihnin anlaşılabilmesi için her zaman disiplinler arası bir yaklaşımın şart olduğunu öne sürerler. Ancak Pauli ve Jung tam da bu işe giriştikleri zaman, yaptıkları o denli yenilikçi, öylesine kalıpların dışındaydı ki, meslektaşlarının kendileriyle alay edeceği korkusuyla onu bir sır gibi saklamak gereğini duydular.
Gerçekten de bu başına buyruk, kafa dengi iki dâhi akşamları şarap eşliğinde yıllarca bir araya gelir ve evrenin sırlarını içinde barındıran o “sihirli” rakamı bulmaya çalışır. Sanırım bu çabaya çok da şaşmamak gerekiyor. Zira evrenin var oluş nedenlerini bilimsel yöntemlerle açıklayamayan nice dâhi bilim adamı, her defasında önlerine dikilen aşılmaz belirsizlik duvarlarının ötesini göremediklerine ikna olduklarında buna benzer olasılıklar üzerine kafa yormuş, ancak kesin bir sonuca varamamışlardır.
Nitekim meşhur Heisenberg Belirsizlik İlkesi de, çok küçük ölçekteki parçacıkların momentum ve konumunun aynı anda tam doğrulukla ölçülemeyeceğini ortaya koymuştur. İşin ilginç tarafı, Heisenberg’in bu teoriyi (daha sonraki yıllarda bu ilkenin doğruluğu laboratuvarlarda bilim insanlarınca ispatlanmıştır) ortaya atmasına en çok destek olan kişi de yine Wolfgang Pauli idi…
Acaba bu bilinmezliğin anahtarı gerçekten onların sandığı gibi 137 sayısı olabilir mi?
Hasan Saraç – edebiyathaber.net (13 Mayıs 2020)