Anlatacağım hikâye Molina’ya dair. 1987 yılında, soğuk bir Ankara gününde tanışmıştık, birkaç haftalığına benim şehrimin sinemalarına gelmişti. İlk karşılaşmamız Akün Sinemasında olsa gerek, hâlâ ne adını ne de bakışını unutamam. Anlattığı bireysel bir hikâye değil adeta tüm insanlık tarihinin izdüşümüydü. Saniyede yirmi dört kere geçen gerçekliği içeriyordu*. İnsanın inandığı fikirler için olduğu kadar aşk için de göze alabildiği ölümü anlatıyordu. Geçen otuz yıl içinde birkaç kez daha karşılaştım onunla, kiminde kitabın sayfalarından, kiminde filmin içinden seslendi bana. Bir insana ve bir coğrafyaya olduğu kadar herkese, her yere ve her zamana dair olabilecek bir hikâyeydi onunki. Bir sevgi ve ölüm öpücüğü: Örümcek Kadının Öpücüğü…
Örümcek Kadının Öpücüğü 1985 yılında, Yönetmen Hector Babenco tarafından Manuel Puig’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış bir başyapıt. Arjantin’in küçük bir kasabasında 1932 yılında doğan Puig, 1957 yılında sinema okumak üzere Roma’ya gider ve Buenos Aires’e döndükten sonra film senaryoları yazar. İlk romanı “Rita Hayworth’ın İhaneti” filmlerde gördüğü yıldızların yaşamları hakkında düşler kuran bir çocuğun yarı otobiyografik hikayesidir. Puig’in romanları, aldığı eğitimin de etkisiyle sinematografiktir. Hemen tüm kitaplarında cinsellik ve psikolojik bakış yer alır. Dördüncü kitabı olan Örümcek Kadının Öpücüğü’nü 1976 yılında yayımlar ancak Arjantin’de yasaklanır. Bu romanında da ilk romanı gibi, film yıldızlarına dair düşler kuran bir kahramanı anlatır ancak metnin sosyolojik, psikolojik ve felsefi zemini daha belirgindir. Evet, ben ilk olarak filmle tanışmıştım. O sırada Ankara’daydım, neredeyse çocuktum ve benim için unutulmaz olacak bir anlatıyla tanıştığımın henüz farkında değildim. Romanın da filmin de zamansız ve evrensel olduğunu ise zamanla kavrayacaktım.
Zaman: Dünya tarihine dair herhangi bir zaman olabilirdi, zira tüm uygarlık boyunca değişik görünümlerde yaşansa da özünde aynı olan bir döngü bu. Ama şimdilik 1970’li yıllarda, bir diktatörlüğün alacakaranlığındayız. Zaman belki de karanlıktan az öncesi, günün döndüğü o tekinsiz vakit, ölüme beş kala.
Mekân: Dünya üzerinde herhangi bir coğrafya olabilirdi, çünkü yaşanacakların -belki değişik şekillerde ama özünde aynı olarak- dünyanın birçok yerinde zaten defalarca yaşandığını ve yaşanmaya devam edeceğini söyleyebiliriz. Ama şimdilik, diktatörlüğü deneyimleyen bir Güney Amerika ülkesi hapishanesinin içinde, dört duvarla çerçevelenmiş küçücük bir hücredeyiz.
Karakterler: Kendi seçimi dışında beraber yaşamak durumunda kalan herhangi iki kişi olabilirdi elbette bizim iki kahramanımız da. Mesela iki öğrenci, iki işyeri çalışanı ya da iki kardeş. Ama şimdilik bir hücreyi paylaşan iki tutuklu onlar. Molina: Reşit olmayan birisiyle uygunsuz bir durumda yakalanmaktan dolayı ceza almış, otuz yedi yaşında, eşcinsel. Valentin: Hükümet karşıtı, mevcut dikta rejimini yıkmak isteyen bir devrimci, yirmi yedi yaşında, Marksist.
Faşist diktatörlük altındaki 1970’lerin Arjantin’inde geçer hikâye. Ateşli devrimci Valentin ile orta yaşlı eşcinsel Molina aynı hücreyi paylaşırlar. Popüler kültürün fantezileriyle yaşayan bir vitrin tasarımcısıdır Molina. Eşcinselliğini gizlemez. Annesiyle birlikte yaşayan, evli bir erkeğe âşık olan, filmlere vurgun, romantik ve hayalperest Molina ile hayatını devrime adamış, sert, Marksist Valentin birbirine tamamen zıt, uyumsuz, özgür seçim söz konusu olsaydı asla bir arada olmayacak iki kişidir. Ama bu iki uyuşmaz insan, ufacık bir hapishanede bir hücreyi paylaşmanın ötesinde hayata tutunabilmek adına hayallerini, umutlarını, sırlarını ve hatta hayatlarını paylaşırlar süreç içinde. İki zıt kutup birbirine yaklaşmanın ve hoş görmenin ötesinde birbirlerini dönüştürür. Birbirlerinin düşüncelerine ve hayatlarına dokunurken bize dostluğa, sevgiye ve insana dair muhteşem bir hikâye anlatırlar.
Kitaptan uyarlanan film ise Yönetmen Hector Babenco tarafından 1985 yılında Amerika Birleşik Devletleri ve Brezilya ortak yapımı olarak çekilir. Molina karakterini canlandıran William Hurt’e En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar yanında Cannes Film Festivali, BAFTA, Londra Film Eleştirmenleri ve Los Angeles Film Eleştirmenleri ödüllerini kazandıran film yönetmen Bebenco’ya da En İyi Yönetmen dalında Akademi Ödülünü getirir. Molina’ya hayat veren William Hurt’ün oyunculuğu muhteşemdir ancak Valentin rolünü üstlenen Raul Julia’nın oyunculuğunun da çok etkileyici olduğunu söylemeliyim. Zira Molina’nın bir aşk (ya da başka bir bakışla Nazi propaganda) filmini anlattığı bölümler dışında film hemen sadece bir hücrede ve iki kişi arasında geçer. Bir hapishane hücresinde, bir türlü geçmek bilmeyen, adeta havada asılı kalan zamanı yaşanabilir kılmak adına umudunun ve hayallerinin yerine filmlere sığınır Molina. Aksiyon yerine diyaloglar vardır, manzara yerineyse dört duvar. Bu da filmin monoton olma riskini beraberinde getirir. Yönetmen Babenco ise psikolojik anlatımı güçlendiren bir kapalı mekân yaratarak ve oyuncuların başarılı performansları yardımıyla bu zorluğu başarıyla aşar. Film her ne kadar dar ve kapalı bir ortamda, diyaloglara dayalı, nispeten durağan olsa da unutulmaz filmler arasına adını yazdırır.
Şartlar ve içinde bulunduğu durum karşısında insanın nasıl davranacağı, sınırlarını nereye kadar esneteceği ve kendi doğrularından nerede feragat edeceği çok bilinmezli bir denklem haline gelebilir. Öyle ki insan kendisi bile bu davranışı karşısında şaşırır, hatta kendine yabancılaşır. Aşk, bu bilinmez durumların başında gelir. Ama aşktan da çarpıcı ve tahmin edilemez anlar vardır. Çaresizlik… Ya da güçsüzlük, yalnızlık, sevgisizlik… İşkence karşısında duyulan o müthiş güç ve güçsüzlüğün karışımı… İşte bu bilinmez denklemi, insan olmayı anlatır Örümcek Kadının Öpücüğü. Tüm zayıflıkları, iki yüzlülüğü, erdemi ve fedakarlıklarıyla.
(*) “Fotoğraf gerçektir. Sinema saniyede yirmi dört kere gerçektir.” Jean Luc Godard
Pınar Köksal Üretmen – edebiyathaber.net (1 Kasım 2019)