Bir kitabı okurken, o sırada içinde bulunduğunuz bireysel ya da toplumsal durum ve koşullarla ilişki kurmanız kaçınılmazdır; her kitap okuduğunuz süreç boyunca yaşama baktığınız pencerenin yerini, ışığını, açısını etkiler. Bu etkilenme karşılıklıdır aslında; bir kitabı okurken yaşadıklarınız da kitaba bakışınızı, yakın ya da uzak hissetmenizi, anlayışınızı etkiler. Bu nedenledir ki bir kitabı farklı zamanlarda okuduğunuzda çok farklı tatlar almamız, farklı derinlikleri hissedişimiz.
H. G. Wells’in “Dünyalar Savaşı”nı okumaya başlamamın korona günlerine denk gelmesi ise çok ilginç bir tesadüf. Diğer yandan şu günlerde hangi kitabı okusak üzerimizdeki etkisi bambaşka olacaktır, bunun da farkındayım.
Tutkulu bir Ursula K. Leguin okuru olmama rağmen bilim kurgu romanlarına çok yakın değilimdir. Dolayısıyla Dünyalar Savaşı’nın bendeki etkisi Leguin romanları ya da George Orwell’in 1984’ü yanında göreceli hafif kaldı. Diğer yandan ilk yayımı 1897’de yapılan Dünyalar Savaşı’nın ilk bilim kurgu eserlerden biri ve yazarı Wells’in de bu türün yaratıcılarından biri olması nedeni ile okunmayı ve takdiri hak ediyor.
Kitabı henüz okumamış ve dizisini de izlememiş olanlar için, Dünyalar Savaşı’nın ne anlattığına kısaca değinelim. Marslılar biricik dünyamızı işgal etmeye geliyorlar. İlk coğrafi hedefleri ise, yazarımızın İngiliz olmasının bunda payı olsa gerek, Londra ve yakınlarında yer alan kasabalar. Sonrasında elbette tüm dünyayı ele geçirmeyi amaçlıyorlar. Roman, Marslılar dünyaya inişi ve yayılmalarını anlatarak ilerliyor. Öyle bir kâbus ki, onlara karşı koymak mümkün değil. İngiliz ordusu ve ordunun elindeki donanım yetmiyor onları durdurmaya. İnsanlık hiçbir çıkış bulamıyor, umutsuzluğun en derinine doğru hızla düşüyor.
Kitabı başka bir zamanda okusam anlatıcı kahramanın duyguları ve ruh hali ile bu kadar iyi empati kurabileceğimi sanmıyorum. Ama şu günlerde, Marslıların karşı konmaz biçimde dünyaya yayılması ile koronanın dünyayı ele geçirişi konusunda hiçbir fark yok diyebilirim.
H. G. Wells, yazar, gazeteci, toplumbilimci ve tarihçi. Bunların yanı sıra biyoloji ile de ilgilenmiş olan Wells’in, Marslıların bedensel görüntüsü, fizyolojisi, savaş araçları ve kullandıkları teknolojiler konusunda romana yansıttığı düş gücü ve yaratıcılık hayranlık uyandırıcı. Öyle ki, bugüne kadar yapılan uzay filmlerinin nereden esinlendiğini romanı okudukça anlıyorsunuz.
Dünyalar Savaşı, bilim ve düş gücünü, yazıldığı tarih düşünüldüğünde muazzam biçimde buluştururken, romanı asıl etkileyici kılan insan ve toplum eleştirisi, yaşadığı çağı sorgulayışı. Daha da ilginç olan, 120 yıl önce yazılmış bu satırların bugün hala geçerliliğini koruması. Kitabı bitirdiğinizde okur kaçınılmaz biçimde şu sorgulama ile de baş başa kalıyor: koca bir çağ boyunca insanlık hiçbir ders almamış, hatta 120 yıl öncesinden daha zararlı bir türe dönüşmüşüz. Kitabı yazarken Wells de bu sorgulama için de olmalı ki, kitabın ilk sayfasında Alman gökbilimci Johannes Kepler’den şu alıntıya yer vermiş: “Ve her şey nasıl olur da insan için yaratılmış olabilir?”
Kitabın bazı bölümlerini okurken, Wells’in Marslılar ile ilgili yarattığı imgelerin birçoğunu insan fizyolojisinin zayıf bulduğu yanlarını sorgularken oluşturduğunu düşünebiliriz. Örneğin yemek yemenin ve sindirme sürecinin insan için vakit kaybı olduğunu, bu süreçte insan organlarında ortaya çıkan olayların insanı duygusal olarak etkilediğini, bu etkilenmeden kaynaklı ruhsal ve duygusal dalgalanmaların pek de faydalı olmadığını düşünüyor Wells. Dehşet verici görünse de, Marslılar’ın insan kanını kendilerine zerk ederek beslenme işini halletmelerini, organlara bağlı ruh ve duygusal dalgalanmalardan özgür oluşlarını daha faydalı buluyor. Benzer şekilde insanların uyumasını, cinsiyet farklılığından kaynaklanan fırtınalı duyguları da gereksiz bulan Wells, Marslılar’ın hiç uyumadan yaşamlarını sürdürmesini, cinsiyetsiz olmalarını ve tomurcuklanarak çoğalmalarını onların üstünlüğü olarak romana yansıtıyor.
Kitabın en ilginç yanlarından biri, ki beni de en çok etkileyen yanı oldu, Wells’in bu kadar yıl önce insan merkezli düşünme biçiminin yanlışlığını, doğa ve hayvanlara uyguladığımız vahşeti, doğaya verdiğimiz zararı sorguluyor olması. Marslılar karşılarına çıkan insan dahil ne varsa acımasızca yok ederken, Wells onların bize yaptıklarını bizim de asırlardır hayvanlara ve onların yaşam alanlarına yaptığımızı hatırlatıyor.
“Hiç kuşkusuz bunu aklımızdan geçirmek bile bize korkunç ve tiksinç gelebilir, ama bir yandan da bizim etoburluğumuzun akıllı bir tavşana nasıl göründüğünü unutmamamız gerektiğini düşünmeden edemiyorum.”
Başka bir bölümde ise şu ifadelerle ile karşılaşıyoruz: “Kendimi, yuvasına geri döndüğünü sanırken birden yuvasını kazıp altını üstüne getiren birtakım adamlarla karşılaşan bir tavşandan farksız hissettim. … Artık görünmemeye çalışarak etrafı kollayıp duran, kaçıp gizlenen o hayvanlardan bir fakımız kalmamıştı; insanoğlunun korkulu imparatorluğu son bulmuştu.”
Wells, sadece doğa ve hayvanlar konusunda değil, insanların birbirine yaptıkları, insanın kendi doğasından uzaklaşması konusunda da romandaki kahramanları aracılığı ile oldukça sert bir insanlık eleştirisi yapıyor. Tekdüze yaşamlar, büyük sermaye güçlerinin ve efendilerin karşısında her şeyi kabullenen kitleler, değişime direnenler, dini kullanarak eşitsizliği ve adaletsizliği toplumun her alanına kolayca yaygınlaştıran ve kitleleri egemenliği altına alan sistem bu eleştirilerden payını alıyor.
İnsanın insana, insanın doğaya ve hayvanlara yaptığı ne görmeye ne de haberini duymaya dayanabildiğim korkunç haberlerle karşılaştığımda insan türünün bu dünyadan toptan silinmesini dilediğim zamanlar olmuştur. Benim gibi düşünen birçok insan olduğunu tahmin edebiliyorum ama 120 yıl önce Wells’in de benzer şeyler hissetmesi beni çok şaşırttı ve etkiledi. Umutların tamamen tükendiği bir noktada Dünyalar Savaşı’nın kahramanlarından biri şöyle söylüyor: “İnsanlığın yolun sonuna gelmiş olmasında memnun değil misin? Ben memnunum. Dize geldik, yenik düştük.”
Dünyayı mahvetmek için Marslılara ihtiyaç duymadığımızı, Dünyalar Savaşı yazıldıktan sonra gerçekleşen iki büyük dünya savaşı, milyonlarca insanın korkunç biçimde yaşamını yitirdiği katliamlar, birçok hayvanın neslini tüketmemiz, milyonlarca ağacı ve doğayı katletmemizle kanıtladık zaten. Bugün binlerce insanı öldüren ve dünyayı kabusa çeviren koronayı yaratan da biziz sonuç da. Her defasında insanlık olarak bir sınav veriyoruz. Her defasında yeniliyoruz. Bu sınavdan nasıl çıkacağımız konusunda maalesef çok karamsarım. Tek umut var: doğada! Doğa ile barış yapmadan insanlık hiçbir sınavı geçemeyecek. Öyle ya da böyle savaşın galibi hep doğa olacak. Doğa bunu bize her zaman kanıtladı. Tüm savaşlardan ve katliamlardan, bugün yaşadıklarımızdan tüm insanlık sorumlu. Hepimiz sorumluyuz. Elbette karamsarlığım konusunda yanılmayı, bu sınavda insanlığın beni yanıltmasını diliyorum.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (25 Mart 2020)