Hasta Öyküler ve Kulağakaçan, Gökçe Bezirgan’ın iki bölümden oluşan, toplamda 23 öykünün yer aldığı öykü kitabı.
Yazar, 2012 yılında Hasta Öyküler ile Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer görülmüş. Kitapta yer alan her iki bölümün ortak bir özelliği var; hasarlı ruh hallerinin üzerine gitmek. Bu durum, karmaşık gibi duran insan davranışlarının merkezinden yola çıkarak şekilleniyor ve odak noktayı kendi başına kuruyor. İyileştirmek üzerine olmasa bile mutlaka bir teşhis koyuyor. Gökçe Bezirgan, gayet sade bir dille yapıyor bunu. Anlatımında ve kurgusunda bu durumu mutlaka sezdiriyor okura. Böylece ortaya çıkan öyküler, teşhis edilen meselenin ya ucundan ya da bucağından hareket etmeye ve kendini tanıtmaya başlıyor.
Yazar, daha ilk öyküsüyle bir derdin içini oymaya başlamış. Oyuk ilerledikçe artan karanlık, kendi ışığını yaratmaya çalışmış hiç beklemeden. Çünkü beklemek ve duraklamak için vakit yok. Kendi dinamiğini düzenli olarak taze tutmaya çalışan bir akışı var kitabın. Böylece insan olarak görmezden geldiğimiz şeyler bir bir karşımıza diziliyor. Boş baktığımız kalabalıkları, yanından geçtiğimiz kimsesizlikleri, üzerine bastığımız acıları tek tek ortaya koyuyor ve öyküsüne dahil ediyor. Öyküye dahil olan her hayat, yaşam fonksiyonunu oluşturmak ve sonsuz kılmak için kendi başına ve temelden bağımsız olarak çabalıyor. Bu çaba, yeni başlayan öykülerde kendisine yeni bir kılıf, yeni bir yaşam alanı açıyor. Böylece hem kesintisiz hem de devamlılığı güçlü anlatımlar ortaya çıkmış oluyor. Bu durum her iki bölüm başlığı altında ele alınan öykülerin hepsi için geçerli elbette.
Dünyanın zemin katında kiracı karakterleri var yazarın. İçlerinde tuttukları nemden şikâyet etmiyorlar. Öyle ki, bu halin dönüştüğü yerlerde dolanıyorlar sürekli. Bu sürekliliğin yarattığı ezber, bozulamayacak kadar sert kalıplar yaratıyor kendi içerisinde. Edebiyatın yaptığı ya da yapmaya çalıştığı somutlama,
biraz da böyle böyle yer açıyor kendisine. Öyküden karaktere, karakterden zamana ve mekana uzanan sarmal, temeli sağlam bir toprak arıyor kendisine ister istemez. Hem Hasta Öyküler hem de Kulağakaçan bölümlerinde yer alan öyküler, söz konusu toprağın tam da üzerinde kurulmuş ve okura yeni bir pencere açmış. Kendi içini gören, kendi gölgesinden serinlik veren bir pencere mutlaka aydınlığı da beraberinde getiriyor. Buna inanılıyor çünkü umut her zaman için tetikte bekletiliyor.
Gökçe Bezirgan’ın anlatımı, dilindeki kırık dökük meseleleri toparlayarak kendi halinde ilerlemeye çalışıyor kitap boyunca. Emekliyor, basacağı zemini yokluyor ve adımlarını bu hazırlığın verdiği güçle atmaya başlıyor sonra. Her adımda biraz daha içe gömdüğümüz, biraz daha yok saydığımız hallerden bahsediyor. Çünkü yaşamanın en güzel tarafı, her halin ortak paydasından hayat kurabilmekle mümkün olabiliyor. Kötüyü iyiye katmak, iyiden bir umut çıkarmak ya da umudu törpüleyip cesaretten pay kapmak… Hepsi hayatın ve insanın yarattığı etkiler barındırıyor temelinde. Ve dünya döndüğü sürece bu temelden en kuvvetli zeminler meydana getiriliyor. Bu ve buna benzer zeminler, edebiyatın insana dokunduğu yerlerde zaman zaman şekil değiştirebiliyor.
Gökçe Bezirgan, gölgesi serin öyküler anlatmış kitap boyunca. Böylelikle söylemek istedikleri bir bir nakışa oturmuş, demini beklemeye başlamış. Hasta Öyküler ve Kulağakaçan, fısıltıyla anlatılan eski zaman anılarını andırıyor. Sesiyle, kokusuyla, duruşuyla ve rengiyle hissettiriyor bunu. Edebiyata ve hayata bir dünya borç bırakıp öyle çıkıyor okur karşısına. Yalın ayak, ama sesi dolgun bir haykırış başlatıyor içindeki öyküleriyle birlikte. İnce bir iç çekiş gibi, kendi kendine yol alıyor.
Semih Öztürk – edebiyathaber.net (30 Haziran 2015)