Sanatla ilgili konularda yazılmış kitaplar maalesef çoğunlukla kurgu dışı olarak çıkıyor karşımıza. Özellikle de tür resim olunca bu kitapların sayısı daha da azalıyor. Zaten soyut ve karmaşık olan resim akımları ve sanatsal eserler bu yüzden diğer kitaplara göre daha az ulaşılır durumda. Ne yazık ki bir resim okumanın nasıl olması gerektiği konusunda da pek fikri yok çoğu kişinin. Yıllar önce Sophie’nin Dünyası’nı okuduğumda onca felsefi bilgiyi, mektuplardan oluşan bir roman aracılığıyla öğrenmeme çok şaşırmıştım. Düşününce hâlâ da büyüleyici geliyor. Bu yaşımda bile böyle soyut konularda daha çok kurgu metin okuyabilmeyi diliyorum. Geçtiğimiz günlerde tam da bu minvalde bir kitap yayımlandı Timaş Yayınları’ndan: Mona’nın Gözleri. Bu kitap da pek çok kişi tarafından Sophie’nin Dünyası’na benzetilmiş. Birçok farklılıkları var elbette ancak okuyarak anlaşılması oldukça güç olan ressamlar, eserleri ve hatta ekolleri hakkında derin bilgilere ulaşılabilecek kurgu bir metin olması bakımından iki eser birbirine temelde çok benziyor yine de. Mona’nın Gözleri, sanat tarihçisi ve Gustave Courbet uzmanı Thomas Schlesser’in ilk romanı. Olaylara ve durumlara sanat perspektifinden bakmayı hedeflediği eserinde bunu Mona adındaki on yaşındaki küçük bir kız ve dedesi arasındaki ilişki aracılığıyla kuruyor yazar. Böylece tarihte iz bırakmış büyük ressamlar ve eserleri hakkında bilgi verirken bir yandan da seçtiği belirli temalar üzerinden okurun hayatı sorgulamasını sağlıyor.
Romanın merkezinde, görünürde hiçbir sebep yokken bir anda görme yetisini kaybeden, sonra yeniden görmeye başlayan Mona var. Hem çocuk hem de ailesi için bu durum çok korkutucudur ve hemen araştırılmaya başlanır. Haftalar hatta aylar boyunca doktorlar sanki elektriklerin kesilmesi ve bir anda da geri gelmesi gibi görünen bu olayın sebeplerini araştırırlar. Herkesin aklında da elbette “Ya yeniden olursa ve görme duyusu bu sefer geri gelmezse?” sorusu olduğundan Mona’nın psikolojisinin desteklenmesini ailesi çok önemsemektedir. Çünkü küçük kızın yaşadığı altmış üç dakikalık körlük, o yaştaki bir çocuk için çok ağırdır. Tam da bu noktada dedesi Henry devreye girer. Annesi ve babası çalışan bu küçük kızın çok sevdiği dedesi, her hafta çarşamba günleri Mona’yı psikiyatriste(!) götürme işini seve seve kabul eder. Çünkü bu kötü senaryoya karşı yaşlı adamın bir planı vardır.
Roman bir haftalık zaman dilimini ele alan bölümlerden oluşuyor. Her bir bölümü de kendi içinde üç kısım halinde ele almak mümkün. Bu, roman boyunca periyodik olarak tekrarlanıyor. Önce, o hafta içinde Mona’nın ev veya okul hayatında neler olduğu üzerinde duruluyor ki bunlar romanın ilk katmanını oluşturuyor. Bölümlerin içindeki ikinci kısım ise gittikleri müzelerde o hafta inceledikleri tablonun tasvirinden oluşuyor. İtalik yazılmış bu kısımlar, eserin okurun da gözünde canlanmasını sağlıyor. Tıpkı Mona’nın dedesinin küçük kızın zihninde bu resimlerin yer etmesini istediği gibi yazar da okurun zihnine nakış gibi işliyor adeta tablolara dair detayları. Bölümlerin üçüncü ve son kısımları ise resimler konusunda oldukça bilgili biri olan olan Henry’nin torununa ressam ve tabloları hatta ait oldukları ekolleri ve yaşadıkları dönem ya da etkilendikleri diğer sanatçılar hakkında verdiği bilgilerden oluşuyor. Bu da romanın geri planda kalmış gibi görünen ancak asıl hedeflenen katmanı. Bu yoğun bilgi akışı olan yerlerde Mona okurun; Henry ise yazarın temsilcisine dönüşüyor. Böylece bahsedilen ressam ve eserleri hakkında hiç bilgisi olmayan okur dahi akıcı ve sürükleyici kurgusal anlatım sayesinde bahsedilenler hakkında bilgi sahibi olabiliyor.
Kurgu düzlemindeki zaman çizgisinde elli iki hafta süren bu gezilerde dede ve torun Paris’in en önemli üç müzesinde -Louvre, Orsay ve Pompidou- yer alan eserlerden elli iki tanesini inceliyor. Boticelli, Leonardo Da Vinci, Raffaello, Van Gogh ve Klimt gibi ressamlardan Rembrant, Vermeer, Goya, Courbet ve daha pek çok ressamın bir eseri üzerinden sanatları üzerine değerlendirme yapıyorlar. Bu noktada bölüm isimlerine de değinmek gerek. Her bölümün ismi, o bölümde bahsi geçen ressam ve o bölümle özdeşleşen evrensel bir değerle ilgili bir cümleden oluşuyor. Bazıları şunlar: “Frans Hals- Azınlıklara Saygı Duy”, “Marguerite Gerard- Zayıf Cinsiyet Diye Bir Şey Yoktur”, “ Marie-Guillemine Benoist- Ayrımcılığı Ortadan Kaldır”, “Gustave Courbet- Yüksek Sesle Haykır ve Dimdik Yürü”, “Rosa Bonheur- Hayvanlar Senin Dengindir”… Daha pek çok var elbette ama tamamını yazmak mümkün değil. Bu birkaç örnekten anlaşılacağı üzere yazar evrensel olarak kabul gören etik değerler üzerinde duruyor özellikle.
Değineceğim bir başka şey ise Mona’nın hastalığı, okuldaki arkadaşları ile ilişkisi ve ailesinde olup bitenleri yazarın tam da on yaşında bir çocuğun anlayabileceği bir yerden verebilmiş olması. Yeterince ağır olan konular etrafında dönen bu romanı, Mona’nın küçük bir kız çocuğu olduğunu unutmadan okuyabilmek yazarın başarısını gösteriyor. Bu hissiyat ışığında Mona’nın etrafındaki üç önemli olay -görme kaybı ile ilgili hipnoz seansları, babasının iş durumu ve okuldaki arkadaş ilişkileri-şekilleniyor. Okur da özellikle Mona’nın yaşadığı bu geçici körlüğe neyin sebep olduğunu satırları heyecanla okuyarak takip ediyor. Merkezinde küçük bir kızın olduğu bu yetişkin romanını herkese, özellikle de sanatla ilgili konularda okumayı sevenlere öneriyorum.
edebiyathaber.net (28 Mayıs 2024)