Yaşadığımız çağ bir ütopya mı, yoksa distopya mı uygun düşer tanımlamaya? Ütopya, düşlenen ülke, düş ülkedir. Yunancadan gelen anlamıyla ‘olmayan ülke’ demektir aynı zamanda. Ancak olmasa bile sonuçta, istenilen, arzu edilen, ulaşılmaya çalışılandır. Ya distopya? Ütopyanın karşıtı olduğuna göre istenmeyen, kötücül, kabus ülke olmalı o da.
Denebilir ki insan, dünyanın her geçen gün daha kötücül oluşundan, yaşadığı dönemin şiddet ve saldırganlığından dem vurur. Antik dönemlerden Ortaçağ’a, Rönesans’tan günümüze kadar her dönemin yazar ve düşünürleri, kendi çağının dünyanın en kötüsü olduğunu söyler. İnsanlık her geçen gün ölmekte, dünya kirlenmektedir. Gerçekten öyle midir? Mesela bizim yaşadığımız zaman yani şimdi, bugün, savaşların arttığı, yokluğun ve yoksulluğun dünyayı sardığı bir çağ mı? Yaşanılan gün, geçmişten kirli mi? Bu konuda tarihsel ve bilimsel gerçeklere bakmadan yorum yapmak son derece sübjektif ve dayanaksız kalacaktır. O halde size bu sorulara cevap veren bir kitaptan bahsetmek istiyorum: Gerçekçiler İçin Ütopya. Yirmi iki dilde yayımlanmış bu kitap ülkemizde de Domingo Yayınları tarafından Duygu Akın’ın akıcı çevirisiyle Ocak 2018’de yayımlandı.
Gerçekçiler İçin Ütopya, TED konuşmalarıyla ve yaratıcı fikirleriyle tanıdığımız genç tarihçi Rutger Bregman tarafından yazılan, gerçekten ufuk ve zihin açıcı bir kitap. Bregman, dünyayı daha iyi ve daha yaşanılası bir yer yapmak üzerine sorgulamalar yapıyor. Tarihi, bilimi, edebiyatı, felsefeyi baz alarak araştırıyor ve net, kısa, anlaşılır bir dille anlatıyor. Doğru sorular sorarak gerçek cevapların peşine düşüyor: İçinde yaşadığımız distopya nedir ve bunu ütopyaya nasıl çevirebiliriz?
Dünyayı nasıl daha iyi bir yer, bir düş ülke yapabiliriz diye düşündüğümüzde, sanırım ilk soru hayatı kabusa dönüştürenin ne olduğu üzerine olmalı. Günümüzün kötülüğü nerede yatıyor? Yoklukta, yoksullukta, açlıkta ve savaşlarda mı? Bu konularda gerçekten eskisinden daha kötü bir yerde miyiz? Gelin küçük bir tarih dersiyle başlayalım: Geçmişte her şey daha kötüydü. 1600’lü yıllarda filozof Thomas Hobbes, insan hayatının temelde yapayalnız, fakir, iğrenç, hayvani ve kısa olduğu sonucuna varmıştı. Bregman’ın belirttiği gibi henüz 1820’de dünya nüfusunun % 84’ü aşırı yoksulluk içinde yaşarken şimdi bu oran %10’un altında. Evet, yoksulluk hâlâ var ama yüz yıl öncesine bile bakarsak bir bolluk diyarında yaşıyoruz. Açlık azaldı, ortalama yaşam süresiyse tahmin edilemez boyutlarda arttı. Öyle ki “bazı bilimciler 1000. doğum gününü kutlayacak ilk insanın çoktan doğduğunu öne sürdüler.” Ortalama IQ her on yılda üç ile beş puan arası bir artış gösteriyor. Oslo’daki Peace Araştırma Enstitüsü’ne göre yıllık savaş kayıpları rakamı düştü ve son on yıl dünya tarihinin en barış dolu yılları oldu. Yani açlığın yanı sıra ölüm, hastalık ve savaşlar da azaldı. “Kısaca hoş geldiniz Bolluk Diyarı’na.”
Günümüzde daha zengin, sağlıklı, uzun ömürlü, zeki ve eğitimli olsak da temel sorun mutlu olmamamızda yatıyor. Mutlu değiliz çünkü yaşamsal amaçlarımızı ve varoluşsal nedenlerimizi kaybettik. Kasvetli bir çağ bu. Tatminsiz bir yaşam sürüyoruz. Gittikçe daha zengin olmamıza rağmen daha çok çalışır olduk. Yokluk anlayışımızı lüks tüketime, varlık nedenimizi görünürlüğümüze ve alım gücümüze endeksleyerek yaşamaya başladık. Bir döngünün içinde daha çok tüketmeye yarayan birer sistem faresine, çarkı döndürmeye yarayan birer rakama dönüştük. Önümüze koyulmuş hedeflere doğru koşan yarış atları gibiyiz ve taktığımız at gözlüğü nedeniyle çevremizdeki yaşamı ıskalıyoruz. Temel yaşamsal nedenimizi ve varoluşsal anlamımızı bir yerlerde kaybettik. En yüce idealimiz özgürlük belki ama içi boş bir özgürlüğe dönüştü bizimki. Toplumsal yaşam da ideallerini yitirdi. Politika siyaset bilimi olmaktan çıkarak ve sulandırılarak bir “sorun yönetimine” indirgendi. Politika gibi akademik arena da ideallerin değil kariyer hesaplarının oyun alanı haline geldi. “Aslına bakarsanız yirmi birinci yüzyılın üniversiteleri daha çok fabrikaya benziyor, tıpkı hastanelerimiz, okullarımız ve televizyon kanallarımız gibi. Önemli olan hedefleri tutturmak. “
Bertrand Russell, insana mutluluk için sadece şundan bundan keyif almak değil, ümit, teşebbüs ve değişim gerekir, demişti. Ancak biz kişisel hedeflerimizi kaybettik. Düzenli narsisizm diyetiyle besleniyor, kendimizi dev aynalarında görüyor, ilişkilerimizde başarısız oluyor, evlilikleri yönetemiyor, psikiyatristlere bağımlı hale geliyoruz. Daha sağlıksız ve yapay gıdalarla beslenip diyetisyenlere ve spor salonlarına harcıyoruz hem paramızı hem de kıt kanaat vaktimizi. İnternette saatler harcayıp gerçek dostlarla sohbet etmeye vakit bulamıyoruz. Günümüz çocukları aşırı şımartılma yüküyle boğuşuyor. Kaygı, temel duygumuz haline geldi. “Twenge, 269 çalışmayı karşılaştırdığında, 1990’ların başında Kuzey Amerika’da yaşayan ortalama bir çocuğun, 1950’lerin psikiyatri hastalarından daha kaygılı olduğu sonucuna vardı.” İşte çağımızın distopyası bu: amaçsız ve önüne koyulan hedeflere kilitlenmiş, bencil, iletişimsiz birer kaygı nesnesi olmak.
Yoksulluğu bir kalemde bitirebilecek olmamıza rağmen hâlâ milyonlarca insan yoksulluk içinde yaşıyor. Yüzdeler azalmış olabilir, ama bunca zeki, eğitimli, teknolojik açıdan gelişmiş ve varlıklı olmamıza rağmen hâlâ açlıktan ve savaştan çocuklar ölüyor. Dünya üzerinde müthiş bir eşitsizlik var. “Bugün en yoksul bir milyar insan tüm dünya tüketiminin sadece %1’inden sorumlu, en zengin bir milyar ise %72’sinden. ABD’de yoksulluk sınırında yaşayan bir insan, dünya nüfusunun en zengin %14’ünde yer alıyor. Ve sadece sekiz kişi -yeryüzünün en zenginleri- dünyanın yoksul yarısının sahip olduğuna sahip.”
Bregman sadece bu sorunlara değinmiyor aynı zamanda çözümler üretmeye odaklanıyor Gerçekçiler İçin Ütopya’da. Bu önerilerden en önemli iki tanesi evrensel temel gelir ve çalışma saatlerinin azaltılması. Üstelik bunları sadece ayakları yere basmayan birer iddia olarak sunmuyor, verilerle, analizlerle, çalışma ve deneylerle, tarihsel örneklerle açıklıyor. Ekonomik ve sosyal yaşamda atılması gereken adımları da işaret ediyor. “Herkese karşılıksız para” diye öneriyor. “Lütuf olarak değil, bir hak olarak.” Yoksulluğa açılacak savaşı kazanmanın Afganistan ve Irak’taki savaşlara oranla kelepir sayılacağını belirtiyor. Daha az çalışma saatleri önerisiyle de verimi arttırarak kişisel zamana, sanata, dinlenmeye, doğayı deneyimlemeye ve insan ilişkilerine yoğunluk vermeye olanak sağlamayı amaçlıyor.
TED konuşmaları da oldukça ilginç ve düşünülesi olan otuz yaşındaki bu yaratıcı genç adamın ne dediğini dinlemek, düşünmek ve sorgulamak gerekir. Eğer ki dünyanın daha iyi bir yer olmasını, yoksulluğu ve savaşları bitirmeyi, insan olan en özümüzdeki o cevhere tekrar kavuşmayı istiyorsak bir yerden çaba göstermeye başlamalıyız. Belki, Gerçekçiler İçin Ütopya ilk adımlardan birisi olabilir.
“Sayısız okuyucu bu kitapta yer alan fikirlere canı gönülden inansalar da, dünyayı yozlaşmış ve aç gözlü bir yer olarak gördüğünü söyledi. Onlara verdiğim yanıt şuydu: Televizyonunuzu kapatın, etrafınıza bakın ve örgütlenin. Pek çok insanın aklı ve vicdanı yerli yerinde.” Rutger Bregman
*Ütopya ufukta. Ben ona iki adım yaklaşıyorum, o benden iki adım uzaklaşıyor. On adım daha gidiyorum, ufuk da on adım kaçıyor. O zaman anlamı ne ütopyanın, değil mi? Anlamı şu: Yürümeye devam etmek. Eduardo Galeano
Not: Alıntılar Gerçekçiler İçin Ütopya kitabındandır.
edebiyathaber.net (26 Mart 2018)