Çağımızın gençlerini, çocuklarını anlamakta zorlanıyoruz. Aslında bizim ebeveynlerimiz de bizi anlamakta zorlanıyorlardı. Fakat bu defa durum biraz daha ciddi sanki. Kuşak çatışması her daim var olan bir gerçeklik olsa da makas hiç bu denli açılmamıştı gibi. Yedikleri, içtikleri, izledikleri, giydikleri… Her şeyleri farklı. Haliyle okudukları da. Hal böyle olunca onlar için yazmak daha da zorlaşıyor. Daha fazla dikkatli olmak gerek. Onları bir yerlerden yakalamak gerek. “Mavi Yıldız”da Dilge Güney’in yaptığı gibi.
Dilge Güney, 1980 doğumlu ve sekiz yaşında yazmaya başlamış olsa da ilk kitabı 2015 yılında yayımlandı. Yazın sürecinin başından beri kendisini dikkatle takip ediyorum. Yazdığı her kitabı okudum. Farklı yaş gruplarına yazsa da yüzünün akıyla çıkmayı başarmıştır her defasında. Ve Güney, üzerine koyarak yoluna devam ediyor.
“Mavi Yıldız”la 2018 Gülten Dayıoğlu İlk Gençlik Roman Ödülü’ne değer görülen yazar, bu kitabında dünyayı androidlerin, yapay zekâların, robotların değil, sevginin kurtaracağını söylüyor. İnsan eliyle ve teknolojinin yardımıyla üretilen bu nesnelerde vicdanın eksik kaldığını vurguluyor. Hem de bunu vicdan, merhamet denilince akla düşen Türk filmleri tadında yapmıyor. Günümüz gençlerinin anlayacağı bir dilde yapıyor.
“Dünya, yeryüzündeki yaşamı sona erdireceği söylenen Mavi Yıldız isimli kuyruklu yıldız haberiyle karışmıştır. Bir kısım insan gizlice Mars’a doğru yola çıkarken geri kalanlar panik halindedir. (Bu kuyrukluyıldız efsanesini çocukluğumdan hatırlıyorum ben de. Hatta bugünkü Halley markası da o günlerden kaldı bize. Tek kanallı günlerimizde uzun bir süre işlenmiş, dizilere kadar konu edilmiştir.) Mars yolcularından Sonsuz’un bindiği uzay gemisi Kauai-004’ün kalkışı son anda ertelenir. Babası Nuno ve gemideki diğer yolcularla birlikte Pahana’ya yerleşen Sonsuz, yapay zekâ ile yönetilen bu küçük yerleşim alanında Can’la tanışır ve Mavi Yıldız’ın peşine düşer. Acaba bu kuyruklu yıldız insanlığın sonunu getirecek bir felaket midir yoksa insanlık tarihinde açılacak yeni bir sayfa mı?”
Okur bu sorunun peşinde sürüklenerek okusa da kitabı, yazar dünyanın sonunun bu şekilde gelmeyeceğini, arsızca tükettiğimiz kaynaklarımızın sonu geldiğinde zaten her şeyin sonlanacağını söylüyor, söyletiyor: “Kaynakları tükettiniz, iklimin değişmesine dünyadaki türlerin yüzde doksan üçünün yok olmasına sebep oldunuz… Bir astreoitin dünyaya verebileceği zarar ne ise, sizler hızla o sınıra doğru yaklaşıyorsunuz. Bütün bunları nasıl yaptık diye soracak olursanız, cevabı son derece basit. Dünyanın bu hâle gelmesinin asıl nedeni benim gibilerin teşvikiyle daha çok tüketen insanlar… Yeninin cazibesine kapılmanız için gece gündüz çalıştık. Bunu yaparken daha gelişmiş teknolojiler sunmakla kalmadık, güncelleme bahanesiyle, çalışan aletlerinizi bozduk. Hepinizi reklamlara yerleştirdiğimiz, bilinçaltınızı uyaran işaretlerle ürünlere bağımlı kıldık. Siz daha çok alışveriş yapın diye sahte indirimler düzenledik. Özel günleri kendi işimize geldiği şekilde tüketim hareketine dönüştürdük. Moda akımlarıyla sadece kıyafetlerinizle değil bedeninizle de oynamanızı sağladık. (…) Yeterince eşyaya sahip olabilmek için her şeyi yaptırabileceğimiz köleler haline gelmediniz mi? Kendinize dikkatlice bakın.”
Ne kadar da tanıdık geliyor değil mi? Haksız mı? Asla değil. Yazar adeta bir ayna tutmuş okurunun yüzüne. Umarım anlaşılabilir olmuştur/ olacaktır.
Ve son söz olarak meta düşkünü bize/okura çerçeveletip duvara asılacak sözünü söylüyor yazar. “Eşyaları değil, birbirinizi sevin dostlarım. Bu dünyada sahip olabileceğiniz daha değerli bir şey yok.”
“Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey” diyen Sait Faik’e de bin selam olsun o halde…
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (10 Şubat 2020)