Geçtiğimiz hafta Radikal Kitap ekinde Sennur Sezer, Nezihe Meriç’in Bozbulanık adlı öykü kitabının basılmasının üzerinden 60 yıl geçtiğini belirtmiş ve aynı yazıyı şu cümlelerle bitirmişti: “Nezihe Meriç usta sanını hak edenlerdendi. Ama bu sözden hiç hoşlaşmazdı. Usta diye anılan öykücü çoktu. Sevdalı densin isterdi, bir öykü sevdalısı. Ona sevda yakışırdı” (10 Mayıs 2013 ).
Zamanın ruhu, her şeyi bir göz kırpışı hızında tüketmeye davet ederken hâlâ öykü yazmakta, öyküye sevdalanmakta, öyküyü okumakta ısrar eden, ötekinden geçip kendine varmakta tutkulu davranan bazı insanlar var. Heyecanla yazdığım şu satırda birbiri ardına sözü büyüleyen yeni ve genç öykücülerin bu kısa metinlerinin ilgiyi hak ettiğini belirtmem gerekiyor.
Hakkı İnanç’ın ilk öykü kitabı olan Bozuk Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıktı. Bilindiği üzere bu yıl ilk kez düzenlenen 2013 Selçuk Baran Öykü Ödülü’nü kazandı. Ancak İnanç, 2008 yılından bu yana öykü yazıyor. İki bölümden meydana gelen kitabı toplam on öyküden oluşuyor. İlk hikâye olan “Böyle”nin kahramanı Mehmet, aile dediğimiz vazgeçilmez kaotik yapının (çoğunlukla yine de bu haliyle mümkün olan) ortasında, kamerasını geniş bir odaya tutmuş yönetmen titizliğinde bize o odaya girme olanağı sunan resimler verir; anneanneden, az akıllı yengeden, yularından boşalmış büyük kuzen Boğaç’tan, alıngan teyze ve uysal anneden daha fazla tanıdık gelen bir evi teneffüs ederiz. Ancak okuyucuda kırılma ânı yaratan, tüm bu çeşitliliğin içinde varlığı “koca bir yırtığı” andıran Mehmet’in ta kendisidir. Haylaz kuzen Kürşat’ın “Sen niye böylesin ya?” sorusu bir çözülmenin başlangıcı olur. Mehmet tüm “olamamışlığı” ile –veya öyle var sayması– kendini var olduğu kişi kılan ne varsa ifşa eder biz onu böyle sahiplenecek iken, insanlığın içinde duran bir fanteziyi gerçekleştirir. Kendini söküp başka bir hayatta, başka bir kişi olarak yeniden yapılandırır. Bu ona, akıl sağlığını da koruyarak yaşamayı imkânlı hale getirir. Durduğumuz yerden baktığımızda o, kaybeden değildir. Yaşam denilen hay huyun içinde taşıdığı mana ile huzur verebilecek bir şey bulamayandır. Mehmet herhangi bir şeyi kaybetmez çünkü aslında hiç bulamamıştır. Baharat tozları arasında Mehmet kurtulacaksa eğer, bu hepimizin kurtuluşu olacaktır…
“Baban Gelecek” adlı öyküde birden bire elektriğin kesilmesi ile Sadıka hanım kızı Derya’ya babasıyla ilk karşılaşmalarını, evliliklerini, onun yakışıklılığını, hamileliğinin ilk beş ayını anlatırken kesilen elektrik geri gelir, biz bunun bir karanlık oyalanması olduğunu anlamayız, ama işte Sadıka tüm geçmişi o kısa âna sığıştırır dillendirerek. Kendini sığdırdığı başka bir yaşamı anlatarak −epey tahrifatla yeniden yapılandırarak− varlığından temizleyip bir söylenceye dönüştürür. Bunu hem kendisi hem Derya için yapar. Hayat ne de olsa tahammül edilmesi gereken bir “şey”dir onun nazarında. Hikâyenin sonunda babanın imkânsızlığını kendi ölümlülüğü ile yener. Sadıka hanım kocasının yokluğunu “ölme” olasılığı ile alt eder:
“Öldü deme e mi? Gelecek de, annem gelecek de” (s. 25).
“Sevgili Azrail” öyküsünde adı geçen Lütfi, “ölümlülüğü” karikatürize etmeden, pek korkmuş bir adam olarak, her faninin yanılgısı ile –ölüm ve onun gibi fena şeylerin, hep başkalarının başına geleceği zannı− ansızın yolu kesişir. Bu anlamda Lütfi oldukça dramatik bir karakterdir. Karşı koyuşun nafile bir çaba olduğunu bilen ve ölüm düşüncesini, bir çocuğun anlamlandırdığı ölçüde hesap edebilen bir adamdır.
“Baban Gelecek” adlı öyküde tanıdığımız, çocukların piç deyip ağlattığı Derya’nın, “Annem Gelecek” öyküsünde babası çıkagelir. (Bu bölümde öyküler bir bütünlük içindedir.) Ancak o, ne Derya’nın ne de bizim tasavvur ettiğimiz “baba”dır. Daha çok kendi günahlarına gömülmüş, yaşamında varsaydığı kaybını kendine evirmekten başka derdi olmayan, menfaat gözeten yabancıdan öte bir şey değildir. Bu öykü okuyucuda bir başka kırılma ânı yaratır. Sonsuza kadar “beklenilen”den vazgeçmesek de çoğu kez bekleyecek hiçbir şey yoktur…
Anlatımda bütünlük içeren birinci bölüm bu hikâye ile sonlanır.
“Bozuk”, kitabın ikinci bölümünde yer alan ilk öykü. Birinci bölümde okuyucuyu −yine de− gülümseten hüznü, kendi içine tutunan mizahı bıçak gibi keser “Bozuk”. Kendi jargonuyla konuşan öykü, Piç Rıza’nın aslında hiç doğmamış bir kişi olarak mevcudiyetine meşruluk arayışıdır. Belki de dünyanın, yoksulları, yoksunlukları diri diri gömdüğü kalın ve lekeli bir camın altında, kire tutunarak görünür olma çabasındaki yeraltının çığlıklarıdır. Rıza kaybın bile kendi içindeki eşitsizliğinin esareti altında, olması icap edenin arzusu içindedir. Öykülerin neredeyse tamamında görülen “ebeveyn” travması, “Bozuk” adlı öyküde bunu aşkın bir biçimde aidiyet ve doğmuş olma sancısına seğirtir. Annenin “olamayan” yazgısı Rıza’nın da peşindedir. Oysa o sadece çocuk olmak ve eylülde okula gitmek ister.
Çocuğun çocuğa zulmünde çoğu kez bir nedensellik okunmaz, dürtüseldir, karşı konulamaz olandır. Kendi gücünü duymanın, acıyı öfkeye ikame ettirmenin en çaresiz yoludur. Rıza diğer piçler gibi yaşatılarak öldürülür. Bu en iyi bildiği şeydir. Çoğu kez ağzını açıp donunu indirerek…(s.47) O da ölürken öldürmenin bir fark yaratabileceği fikri ile aydınlanır. Geçici bir şehvet ile sevdiği eniği ansızın öldürmeye başlar. Ölümü gösterir, işaretler. “Katil” bu dönüşümün bir hoşluğu olarak kısa süreliğine Rıza’nın isminde parlar. Artık duramaz ve öldürmeye devam eder, öykünün sonunda kendi doğumunu gerçekleştirir. Meşruluğunu onaylayan cinayetten bir baba yaratır kendisine…
Hakkı İnanç’ın öykülerinde anne ve baba figürü üzerinden kendini okuyan, var eden çocuklarla konuşuruz. Duvardaki kırık bir ayna gibidir ilişkiler. Babanın boşluğunu doldurmaya çalışırken hızla ağaran, yaşlanan anneler, babalığın yükünü uzaklara sığınarak kaybetmeye, unutmaya hazırlanan babalar, onların arasında belki de yetişkin olmayı kendilerine rağmen başarabilen bazı çocuklarla hemhal ederiz.
“Ana” adlı öyküde içinden geçilen zaman, ânı yakınlaştırır okuyucuya, her şey şu ân, şimdi yaşanır. Öykü içerdiği fantastik unsurla gerçeklikten kopmaz, birbirinin içinde bir şeyi imleyerek harmanlanır. Bir “doğum” motifi ile başlar öykü. “Şeytan bebek”, “cin çocuk” gibi roman ve sinemanın da beslendiği klasik bir “mit”i tekinsiz bir akışkanlığın içinde öykülemeye devam eder. Bunu yaparken erkeklik meselesine de dokundurarak anne olma halinin bir kez daha altını çizer. Kahramanlar Meryem, Sıddık, Huriye ve Talat kim olduklarına bakılmaksızın isimlerindeki mana ile metni tamamlarlar.
“Öl” adlı öyküde bu kez bir baba ile oğlu arasına toprak girer. Metinde toprağın işaretlendiği ölümsüzlük kapsayıcıdır. Bu anlamda hem tekinsiz hem de tuhaf biçimde huzur vericidir. Babasından hala harçlık alan otuz yaşındaki oğlan bunun farkındadır. Aynı zamanda herkesi önüne katıp yutacağının da. Oğlan toprağa karşı koymak istese de baba onulmaz bir yara olarak onu sızlatır. Kurban diliyle halleşen bu büyük çocuk, yine de babasının ısrarıyla salatayı yapmaya davranır. Bu da onun çıkışsızlığıdır.
“Ülfer Hanım” adlı öykü ise içinde barındırdığı mesafeyi yumuşak ayrıntılarla kısaltsa da okuyucu aslında mesafenin aşılamaz olduğunu akıp giden her cümle ile hisseder. Artık evinde olmayan anne, “kayıp” duygusunun yarattığı infial ile yeniden yaratılır. Boşluk, nicelik olarak çoğalsalar da çizmelerle doldurulacak gibi değildir. Çocuk ilk ayaklarını tanır annenin, bacakları üstünde yükselen o görkemli bedeni. Çizmenin ille de yüksek topuklu betimlenmesi bir şekilde eksiklik duygusunun tatmin edilmesine hizmet eder gibidir. (Bu sahip olduğumuz ayakkabı dolaplarımızı açıklamaya yeterli midir?)
“Evden çıkarken topuklu çizmelerimi giymeyeydim koca koca, nasıl görürdüm sizi?” (s. 64)
“Yargılar Önden” adlı öykü, kasaba sıkıntısını üstümüze giyinip hastane koridorunu Harun ile birlikte arşınlarken kendimizle konuşabildiğimiz mahrem ânlara kaçışımızı anımsatır. Bu ânlarda bizimle birlikte orada bekleyen ve en fazla hasta olan bakışlarıyla üstümüzde gezinen merakın içini dolduran, kendi hikâyelerimizi inşa etmeye yarayan bu arızalı hali “sinema dili” ne yaklaştırır İnanç. Biz metni neredeyse seyrederiz…
“Büyüklerin İşi” adlı öyküde İnanç yine şu âna “şimdi”ye döner. Kısa ve dolaysız cümlelerle bir çocuğun dünyasını onun dillendirebileceği ölçüde gösterir. Çocukluğun bir söylenceye dönüşmeden önce tam da büyüklerin yapıp ettiklerine ikna olamadığımız büyülü, uzak bir diyar olduğunu hatırlatır. Öyküde anne ve babası “Otomatik Portakal”ı seyreden çocuk, nasıl olsa üzerinde daha çok soru biriktirebileceği yaşamla, kendisine verilen yaşamla ne yapabileceğini yetişkinliğe ötelemesi gerektiği bilgisiyle tek bir şeyi çabalar. Büyümeyi…
Kitap, en uzun öyküsü olan “Güvercinboynu” ve bir takvim yaprağı burukluğuyla zamanı anımsatan, toplumun o zamanın bir yerinde kanadığını anımsatan “Çocuklar balkonlardan el salladılar” adlı minimize metin ile sona erer.
Hakkı İnanç son yıllarda öykücülüğümüze gayret getiren genç kalemlerden biri olarak, abartıdan imtina ederek, kayıp/yas duygusunu manipüle etmeden herkesin, hayatın neresinde olursa olsun aynı şeyi yaşadığını güçlü ve ikna edici bir dille aktarıyor. Böylelikle bile isteye veya habersiz, dilin bizi birleştiren şey olabileceğini de görmemizi sağlıyor.
Esra Ertan – edebiyathaber.net (15 Mayıs 2013)