“Durkheim’ı ilk kez ya da tekrar okurken,
kendisinin tepeden tırnağa bir 19. yüzyıl insanı
olduğunu hiçbir zaman unutmamız gerekir.”
Jacques Coenen-Huther
19. yüzyıl uygarlık tarihinin en büyük kırılma noktasının gerçekleştiği “ambivalent” bir zaman dilimidir. Uluslaşma süreciyle başlayan siyasi hareketler, imparatorlukların yıkılmasına yol açmış, Avrupa merkezli sanayileşme süreci ise yaklaşık on bin yıllık geleneksel yaşam biçimine alternatif sunmuştur. Avrupa’da 18. yüzyılın parlayan yıldızı Aydınlanma, Fransız İhtilali’nin de katkısıyla, bu yüzyılda büyük düşünürlerin filizlenmesini sağlamıştı; Hegel’den Marx’a, Nietzsche’den Auguste Comte’a … Bilimsel keşif ve gelişmeler, (Edison’dan Pasteur’a, Freud’dan Nobel’e ve mutlak zikredilmesi gereken evrimin dizaynırı Darwin’e kadar), aklın ve bilimin “aydınlığının” altının çizilmesinde önemli roller üstlenmişlerdir. Gelenekle bağların koparıldığı, dünyayı oluşturan dilsel sistemin göstergelerinin yeni baştan tanımlandığı ve üzerinde uzlaşılması için kamusal baskıların artırıldığı bir dönemdir 19. yüzyıl; uygarlığın biyolojiyi terk edip kültüre tapınmaya başladığı, fazla ışığın körleştirdiği bir zaman dilimi…
Doğa bilimlerinin, araştırma merkezlerinin ve laboratuarlarında pozitif araştırma yapan beyaz önlüklü pozitivist bilim adamlarının dönemidir. Sosyal Bilimlerin mensuplarının bile gelişmelerden etkilenerek beyaz önlükler giyip laboratuar çalışmaları yaptıkları pozitivist bilime öykünme dönemi… Evrim teorisinden etkilenerek, lineer ilerlemeci uygarlık düşüncesinin etkisiyle, her türlü davranışın kökenini “ilkel” kabilelerde arayan ve bu amaçla Afrika, Avustralya ve Amerika yerlilerini kapı komşusu yapan antropologların dönemi… Etnik kimliklerin, sınıflandırmaların peşine düşülen, kan hesaplarının, kafatası ölçümlerinin, ideo-arkeolojik çalışmaların dönemi…
İnanç dahil, geleneklerin şiddetle reddedildiği bu süreç, hem “insan” olmanın hem de insanın insanlığından en uzağa savrulmasının dönemidir ki iki dünya savaşının düşünsel ve bilimsel temelleri de burada atılmıştır.
Bu yüzyılda yaşanan hızlı teknolojik ve bilimsel gelişmeler, alışıldık yaşam biçimlerinin terk edilmesini salık verdikçe, dalından kopan insanların oluşturduğu toplumsal yapıda dalgalanmalar, bocalamalar başlamıştı.
Yaşamı bu dönüm noktasına tesadüf eden ve aslen bir felsefeci olan Emile Durkheim (1858-1917), Fransa’da, bu toplumsal hezeyanı görmüş, bunun bilimin konusu edilerek düzeltilebileceğine dikkat çekerek “sosyoloji”yi işaret etmişti. Doğa bilimlerinin (özellikle de biyolojinin) çalışma nesnesi olarak benimsediği canlılar gibi toplumun ve yapısının da her aşamasının bilimin araştırma konusu haline getirilebileceğinden hareketle çalışmaya başlamıştı. İşi zordu zira Fransa’da siyasi ortam da çalkantılıydı; ikinci imparatorluk çökmüş üçüncü cumhuriyete saldırılar oldukça yoğunlaşmıştı.
Ülkede yaşanan gerilimi ve bilimin üstlenmesi gerektiği rolü, Sosyolojinin içeriğini anlattığı bir yazısında Durkheim şöyle aktarıyordu:
“Tek efendinin kamuoyu olduğu bir ülkede yaşamaktayız. Bu efendinin akılsız bir despot haline gelmemesi için onu aydınlatmalıyız. Peki, bu bilimle yapılmayacaksa neyle yapılabilir ki?”
Siyasi gelgitlerin toplumun bilincini zayıflattığını düşünüyordu. Bireylerin egoları nedeniyle girdikleri savurgan tutumları bu zayıflığın baş nedeni olarak görüyor, toplumun organik bütünlüğünün farkına varılması gerektiğini ileri sürüyor, sosyolojinin önemini şu cümlelerle vurguluyordu:
“Bireye toplumun ne olduğunu, toplumun onu nasıl tanımladığını ve onun yalnızca kendi gücüyle ne kadar yetersiz olduğunu anlatacak olan sosyolojidir. Sosyoloji bireye onun imparatorluk içinde bir imparatorluk değil, bir vücudun organlarından biri olduğunu öğretecek; ona bu vazifesini özenle yerine getirmenin güzel yanlarını öğretecekti.”
Gerçekten de Durkheim’ın çalıştığı konular bile onun toplumu bilimin çalışma nesnesi yapmak istemesinin nedenlerini ortaya koymaktadır; iş bölümleri, intihar, ahlak, eğitim… Durkheim’ın, biyolojik varlıklar gibi toplumsal yapının da bilimin konusu haline gelmesinin gerekliliği yönündeki bu mücadelesi en fazla gücünün son demlerindeki kilise taraftarları ve cumhuriyet karşıtlarından tepki almıştı.
Durkheim, toplumun içindeki kolektifleşmiş bireyi algılıyor, kolektifin önemine dikkat çekiyordu. Kolektif kendini bireyde inşa ediyordu. Bireyin yarattığı her türlü güzellik toplumsal olgularla açıklanabilirdi. Bu yüzden sosyolojinin temel problemlerinden birisi birey ile toplumun ilişkisini açığa çıkarmaktı. Toplum bilimsel analitik yollarla irdelenmesi gereken bireylerden oluşan kocaman kolektif bir canlı idi. Ve sosyolojik araştırmalar onun çalışma prensiplerini ortaya koyabilirdi. Elbette bunları düşünürken Durkheim da yalnız ve çevresinden izole değildi, yukarıda saydığımız bütün gelişmelerden etkileniyor, çağdaşlarının yazdığı her şeyi okuyor ve etkilerini çalışmalarına taşıyordu. Bu nedenle İdealist, evrimselci, pozitivist gibi ona atfedilen kimi atıflar/eleştiriler, onun da bir toplumun, bilimsel toplumun üyesi olduğunu ortaya koymaya yeterliydi… Durkheim’ın sosyolojiyi pozitif bilim haline getirmek istemesinin altında, bilimsel öğretilerin havada uçuştuğu entelektüel ortam yatmaktaydı… ve en çok da biyolojiden etkilendiği söylenebilirdi.
Durkheim insanın hem toplumsal hem de bireysel bir varlık olduğunu ve toplumsallığı temsil eden özelliklerin alınması halinde geriye hayvandan başka bir şey kalmadığını ileri sürüyordu. Çünkü ona göre, bireysellik, hiç bir şekilde toplumsallaştırılamayan arzu ve tutkuların bulunduğu varlıktı… Bu nedenle de bireylerin topluma entegre edilebilmesi için eğitilmelerinin gerekliliğini vurgulayan çalışmalar yapmıştı:
“Genç ve toy dimağların, toplumda yaşayabilir, ortak yaşamın gereklerini karşılayabilir varlıklara dönüştürülmesi, gerçekten de ‘yeni bir varlığın’ yaratılmasıdır. Bireysel varlığın yerini alan toplumsal varlık…”
Sosyolojinin en önemli karakteri olarak nitelendirilen Durkheim’ı ve onun yaşadığı 19. yüzyılı iki sayfalık bir yazıyla anlamak mümkün değildir elbet. İletişim Yayınları’nın Serra Akyüz çevirisiyle yayımladığı Jacques Coenen-Huther’in Durkheim’ı Anlamak adlı eseri, Durkheim gibi bir düşünürü anlamak için onun ortaya çıkmasında etken olan entelektüel ve siyasi atmosferi de bilmek ve kavramak gerektiğini ortaya koyan bir çalışmadır. Sosyolojide belki de en çok eleştirilen ancak mutlak ciddiye alınan bir düşünür olan Durkheim, pek çok önemli sosyoloğu da etkilemiş, sosyolojinin bilim olma macerasında ziyadesiyle zikredilmiştir.
İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (29 Temmuz 2013)