Geoff Dyer, son dönem çağdaş İngiliz edebiyatının en önemli temsilcilerinden. Dyer, edebiyat dünyasında farklı yazı türlerinde, özgürce dolaşmasıyla tanınıyor. Kendisinin kurgu dışında başta fotoğraf, sinema ve caz üzerine de yazılmış kitapları mevcut. Kaya Genç’in, Sabitfikir’e yazdığı Geoff Dyer’ı Neden Okumalıyız[1] yazısı, Dyer’in türler arası serbest dolaşımını daha açıklayıcı kılabilir:
- Ne çok şey biliyorum diye kafa ütülemeden, ne vicdanlı, ilericiyim diye hava atmadan, beni ciddiye alın demeden şahane kitaplar yazdığı için…
- Yazdığı dört romanla yedi kurmaca dışı kitapta takıntılarının peşinden gidip onlardan utanmadığı, hem muzip hem seksi olabildiği için…
3.Bir lokantada deniz ürünleri yemekten, Tarkovski filmlerinden ve D.H. Lawrence’ın seks hayatından aynı anlatma şevkiyle bahsedebildiği için…
Bu yıl Geoff Dyer’in Türkiyeli okurlarla buluşma yılı oldu bir anlamda. Sonbaharda Dyer’in yayına hazırladığı ‘John Berger Bir Fotoğrafı Anlamak‘ kitabı yayınlandı, daha sonra Sel Yayıncılık ‘Venedik’te Aşk, Varanise’de Ölüm‘ kitabını yayınlandı ki bu kitap 2016’nın en iyi kitapları listesinde kendisine yer bulmuştu. Geçtiğimiz aylarda ise bu listeye Everest Yayınları‘ndan çıkan Seda Ersavcı’nın çevirdiği Paris Esrimesi (Paris Trance) eklendi. Paris Esrimesi, Dyer’in 1998 yılında yayınlanmış bir kitabı. Paris Esrimesi her ne kadar memleket hudutlarına oldukça geç uğrasa da, böyle durumlarda hiç bir buluşma çok geç değildir demek daha doğru olur sanki.
Paris’te aşık olmak zor iki gözüm
Paris Esrimesi, 26 yaşındaki (Scott Fitzgerald’a göre “bir erkek için hoş bir yaş”) Luke’un roman yazmak için yaz aylarında kimsenin olmadığı Paris’e gelmesiyle başlıyor. Luke, şehrin merkezinde berbat bir dairede berbat bir yaşamın ortasında buluyor bir anda kendini. Zamanla ruhunu Paris sıkıntısı sarmaya başlıyor. Fransızcasının da yetersiz olmasından ötürü ciddi iletişim problemleri yaşıyor. Paris’te yapayalnız bir şekilde kalıyor. Yalnızlık da bir şey değil asıl ruhunu saran sıkıntıyla başa çıkabilmek mesele… Luke da biraz bu durumu yaşıyor, üstesinden bir türlü gelemediği bir boşluk hissiyatı ve sıkıntıyla cebelleşiyor uzun bir süre. Onun bu ruh hali Cennetten de Garip filmindeki karakterlere benziyor “yeni bir yere geliyorsun ve bakıyorsun ki her şey aynı”.
Luke, yalnızlığını gidermek için sinemaya gidiyor, kitaptaki ifadeyle belirtecek olursak “Ah sinema: tüm büyük şehirlerdeki yalnız genç erkeklerle kadınların tesellisi.” Luke, bomboş Paris caddelerinde aylaklık ederek ve zamanını öldürerek geçiriyor. Bu sıkıntılı ruh hali sebebiyle de romanını yazmaya asla başlayamıyor ve bir noktadan sonra mağlubiyeti kabul edip Londra’ya dönme kararı alıyor. Aldığı bu karar onun hayatında dönüm noktası oluşturuyor bir anlamda. Luke’un Paris’e bir şans daha verme kararı ise ona sıkı dostluklar ve tutkulu bir aşk olarak geri dönüyor. Bir arkadaşının referansıyla girdiği işte Alex’le tanışıyor. Alex de kendisi gibi İngiliz, Fransızcayla arası çok kötü ve filmlerden hoşlanıyor.
Alex ve Luke’un dostlukları zamanla Dyer’ın kitaptaki ifadesiyle “ilk görüşte arkadaşlık diye bir şey de vardır” sözüne dönüşüyor. İki İngiliz, Paris sokaklarını arşınlamaya başlıyorlar, içkilerini yudumluyorlar ve harika vakit geçiriyorlar. Paris gibi bir yerde aşksız da olmaz elbet. Önce Luke, kalbini Nicole’a kaptırıyor. “Dünyanın en güzel gidişilerine” sahip Nicole, kısa sürede Luke için hayatının merkezi oluyor. Ortaçgil’in Çığlık Çığlık’a parçasına dönüşüyor ruh hali, “seni sevdiğimi anladığım günden beri, hiçlik değişti, yokluk değişti, karşılıksızlığım dengeleşti, günler değişti sana dönüştü.” Luke ve Nicole bir süre sonra tutkulu bir aşkın içerisine düşüyorlar. Luke’un mutluluk tanımı Nicole oluyor, her şey onunla güzel, her şey onunla anlamlı hale geliyor. Luke’a göre daha sıradan ve daha utangaç olan Alex ise gönlünü Sahra’ya kaptırıyor. Alex’in Sahra’ya duygularını açıklaması bir hayli zaman alıyor. Olayların sosyal medya devrimi öncesinden geçtiğinden Alex’in Sahra’nın sevgilisinin olup olmadığını ortaya çıkarması için gerçek hayatta onu stalklaması gerekiyor. Ne de olsa Paris’te aşık olmak zor iki gözüm… Neyse ki, durumlar Alex’in beklediği gibi çıkmıyor ve Sahra’ya ilan-ı aşk edip mutlu sona ulaşıyor.
Luke, Nicole, Alex ve Sahra zamanla sıkı dostluklar kuruyorlar. Birlikte şehrin tadını çıkarıyorlar. Sinemaya gidiyorlar, Antonioni filmlerini izliyorlar. Filmlerden çok sıkılıyorlar ama Monica Vitti’ye bir kez daha hayran oluyorlar. Evde şahane müzikler eşliğinde partiler yapıyorlar, saatlerce filmler, ilişkiler ve albümler hakkında konuşuyorlar. Şehir dışına seyahatler yapıyorlar. Kurallarını kendilerinin belirlediği bir dünya kuruyorlar. Dış dünyanın bütün yıkıcılığına karşı, kaleden duvarlar örüyorlar orada. Bu sırada cevabı asla bulunamayacak kalıcı mutluluk mümkün mü diye de sormayı ihmal etmiyorlar kendilerine. Ama işler bir zaman sonra istedikleri gibi gitmiyor. Zaman onların aleyhlerine işlemeye başlıyor. Gençlik ve olgunluk arasındaki geçişin sancıları patlak veriyor. Büyümek “gerçek” bir hayat kurmak, “ciddi” bir işte çalışmak, evlenmek, çocuk sahibi olmak gibi derin hakikatler hayatlarının merkezine oturuyor. Hayatın ciddi yüzüyle karşılaşıyorlar, suratlar ekşiyor, birliktelik bozulmaya başlıyor ve büyü bozuluyor. Mutluluk başka yer, başka bir zamana hapsoluyor. Hikayenin gerisi düşler, tutkular ve hayal kırıklıkları oluyor…
X kuşağının hikayesi
Geoff Dyer, Paris Esrimesi’nde bir anlamda X kuşağının Paris’te son tangosunu anlatıyor. İlk gençliklerini 90’lı yıllarda yaşayanları, yersiz, yurtsuz, köksüz olanları, hiç bir yere ait olmayanları, sıkıcı aile bağlarından kopanları ve hayatlarını tamamen anı yaşamak üzere kuranları resmediyor öyküsünde.
Paris Esrimesi, kitapta Luke’un nefis bir şekilde ifade ettiği gibi “hayat harcamak için var” sözünün peşine düşen karakterlerinin hikayesi esasında. Dyer, kitap boyunca hayata temas etmeyen, politik bir kaygıları olmayan, hedonist, geleceği uzak bir geleceğe hapseden onu düşünmeyen gençliğin, aşık olmanın, tutkunun, düşlerin peşine düşenlerin, genç olmanın, kalıcı mutluluğun peşine düşenlerin, ama içlerindeki boşluğu, sıkıntıyı atamamış melankolik bir kuşağın fotoğrafını çekiyor bizlere. Bunu yaparken de fona Paris gibi şehri yerleştirerek hikayenin romantizmi ve melankolisine nefis bir denge sağlamış oluyor.
Dyer, klasik hikaye anlatısıyla ilgilenmiyor. Hikayenin akışından bilinçli sapmalar yapıyor, hikayenin akışını ileri sarıyor, kitabın ortasında sonunu söylüyor mesela. Bazen de hikayeden bağımsız uzun uzadıya müzelerden, heykellerden ve filmlerden bahsediyor. Sonra istikameti yine hikayenin merkezine getiriyor ilişkiler, aşk ve hayat üzerine kelamlar ediyor. Önemli olan hikaye değil karakterlerdir diyor bir anlamda. Zaten karakter yaratımındaki maharetini Luke ve Nicole’ün ilişkilerinde gösteriyor. Onların tutkularını, romantizmine içine biraz da erotizm katarak oldukça etkileyici bir şekilde aktarmayı başarıyor. Dyer, anlatmayı, karakterlerini konuşturmayı seviyor. Uzun betimlemelerden ziyade hikayesini bu yönde ilerletiyor. Karakterlerin bu gevezelik hali kitapta hiç sırıtmıyor, sıkmıyor aksine hikayeye müthiş bir akıcılık kazandırıyor. Dyer’in kitaplarını okurken insanda onun karakterleriyle dost olma, dertlerine, sohbetlerine ortak olma, onlarla iki kadeh içki içme isteği yaratması da kendisinin karakter yaratımındaki başarısı olsa gerek.
Geoff Dyer, içki masasında lafını bölmek istemeyeceğiniz güzel hikayeler anlatan, masanın en şık abisi. Gerek kurgu dışı gerek kurgu olsun yazdığı her metni müthiş bir tutkuyla ve arzuyla yazıyor daha da önemlisi samimiyetinden ödün vermiyor. Paris Esrimesi bir kuşağın anatomisi eğlenceli, romantik ve melankolik hikayesi… Kesinlikle es geçilmemesi gereken bir kitap.
Can Öktemer – edebiyathaber.net (27 Mayıs 2016)
[1] http://www.sabitfikir.com/dosyalar/nicin-okumaliyiz-geoff-dyer