Marguerite Duras (1914-1996), her dem gözde yazarlarımdan olmuştur. Bunun nedenini kendime sorduğumda; tek yanıtı olmayan bu sorunun, beni, ilk önce o yazarın belleğimdeki imgelerine döndürdüğünü görürüm.
Her yazara, ya da şöyle söyleyeyim; bizde iz bırakan, kendimize yol arkadaşı kıldığımız yazarlara dönük böylesi bir bakışın yanıtı olmadığını da biliriz. Biliriz de, gene de, kaçınılmaz bir irdeleyiş/kavrayış tutkusu bizi ardına düşürebilir. Sorular soruları üretirken yol alırız o şenlikli beraberlikte…
Martin Eden’le Jack London’u, Don Kişot’la Cervantes’i tanıdığımda da bu duyguya kapılmıştım. Jack London’un izini, birçok yapıtını okumanın dışında, Denizlerin Serüveni (Irving Stone) adlı biyografik-romanla lise yıllarımda yakalamıştım. Don Kişot ise, gözümde hep Cervantes’in kendisi olarak kaldı. Anlatımının beni içine çekmiş olmasının bunda payı olduğunu düşünürüm. Ama aynı yıllarda okuduğum Daniel Defoe’nun Robenson Crusoe’u salt anlatılan serüven yanıyla benim için çekici olmuştu. Çocukluk düşlerinde ada imajını yaratması, Crusoe’un bir başına burada yaşama çabasının anlatımıydı belki de o etkiyi yaratan. Yazarının varlığını yokluğunu bile düşünmediğimi hatırlarım. Ama Jack London başkaydı. Bir yaşama biçimi sunarken, yazar olma tutkusuyla dönüp duran Martin’in yazarak varolma çabasıyla birlikte, onun trajik serüvenini de dile getiriyordu.
Buradaki buluşma noktasının önemli yanı, yazar olmak tutkusunun ne olduğu/olabileceğini görmekti, sanırım! Siz, bu duyguyu yoğunca yaşadığınız erken bir yaş döneminde, bir denk düşme an’ıyla karşınıza çıkan bu yapıtlar/yazarlarla derin bir alışverişe giriyorsunuz. Zamanla bunun ne olduğunu, işte o dönüp yeniden bakışlarda görebiliyorsunuz. Yani belleğinizdeki izlere dönüyorsunuz ister istemez. O yıllarda sizde karşılığını bulan soruları da çoktan unutmuşsunuzdur. Daha doğrusu yoğun bir özümseme sürecini yaşadığınız için benleşen duygular, düşünceler sizi biçimlemiştir. Önünüz, yolunuz bunlarla açılmış; okuma, yazma, düşünme, yaratma yordamını bunlarla edinmişsinizdir.
Unutuşu giderek yaşama biçimine dönüştürsek de; belleğin sadakatine inanırım. Duygusal, düşünsel dünyamızın biçimlenmesindeki etki odaklarına; yer/zaman/mekan/kişi/yapıt/renk/koku/coğrafya/iklim vb.’dir aslında bu inancı oluşturan. Kişiliğiniz, kimliğinizin rengi/dokusu bunlar üzerine kurulur.
Bu tür buluşma, denk düşme an’larını yakalatan yazarların anlatı coğrafyaları, yaşamlarının renkliliği, ulaştıkları yerdeki durumları ise onları sürekli ‘taşıyıcı’/’paylaşımcı’/’dönüşümcü’ kılmıştır.
Duras, tıpkı Jack London gibi, benim gözümde, böylesi yazarlardan biri.
Kapısını, bana, Moderato Cantabile, Parkta, Bütün Gün Ağaçlarda ile açtı. ‘70’li yılların bungun ortamında bütün düşlerden uzak, ölüm-kalım günlerinin arasında, aşkın kırgınlıklar ülkesine doğru yol alırken; Aşka Tatil Yok’la, onun sadık okurunun duygularını serinletiyordu. ‘Aşka çağrı’nın ne anlama gelebileceğini anlatmaya çalışıyordu. O sadık okuru da, önünde, yol arkadaşının söylediklerinden başka bir yolun olmadığını görüyordu. Bu da, bizi yazarlara/kitaplara neden/nasıl/niye bağladığının bir nişanesiydi, aslında!
Bir yazarın anlattıklarının/anlatılarının öyküsünü kendi öykünüze katarak yaşarsanız ondan kolay kolay kopamazsınız. İz iz hayatınızın her an’ında, her yerinde vardır o, ya da onlar. Hele hele sizi duygusal, düşünsel açıdan biçimlemişseler…Onlar sizin en sadık dostlarınızdır.
Beni, bugünlerde yeniden Duras’a döndüren de; onun, Normandiya Kıyısının Yosması’nda yer alan, yazdıklarının öyküsü oldu demeliyim. Bundan önce okuduğum Alain Vircondelet’in Marguerite’ten Duras’a kitabında dile getirdikleri de ilgi çekiciydi. Vircondelet, Duras’ın yaratıcı dünyasını yaşamöyküsü ekseninde anlatırken ilginç saptamalarda bulunuyor, yaratıcılığının kaynaklarını irdeliyordu. Tüm bunlar, bir Duras okuru için önemli ipuçları olmakla birlikte; gene de, Duras’ın kendisine dönük yazdıkları daha çekici geliyordu bana.
Birçok kez söz ettiğim Yazmak’taki denemeleriyle Somut Yaşam’daki söyleşisi böylesine bir içerik taşıyordu.
Somut Yaşam’da Jerome Beaujour’a anlattıkları, onun düşünce yaşamının, yazın uğraşısının boyutlarını yansıtan bir tür ‘metin okuma kitabı’; kendi deyimiyle: “birlikte yaşadığımız şu zaman diliminde, benimle ben, sizinle ben arısındaki” bir köprü.
Yazmak ise başlı başına bir ‘Duras el kitabı’. Yazının anlamını/yordamını, yazarlık uğraşısının nerede başlayıp nasıl sürdüğünü kendi yaşamının tanıklıklarıyla gösteren bir yapıt.
Tüm bunlar üzerine Normandiya Kıyısının Yosması’ndaki üç öyküyü (“Koridorda Oturan Adam”, “Atlantik Erkeği”, “Agatha”) bir solukta okuyup, Duras’ın ben-öyküsel metnine geçince; hem yazdıklarının öyküsüne, hem de onun belleğimdeki imgesine döndüm.
Bir yazarın sizi sarmalayan dünyası kendi ütopyanızın biçimlenmesinde de yol açıcı, hatta yön göstericidir. Eğer ki yazarlığa soyunmuşsanız ya da bunun için yordamınızı bulmaya çalışıyorsanız bu soy yazarların size söyleyeceği çok şey vardır.
Bugün geldiğim kıyıda, o “minnacık kadın”ın büyük düşleriyle yolculuğumun sürdüğünü görmek beni sevindiriyor. Ve onun şu tümceleriyle yüzleşmekse, önüme her dem ışık düşürenlerin ne olduğunu gösteriyor, demeliyim: “İnsan yazı yazarken, bir içgüdü karışıyor sanki işe. Yazılmış olan, çoktan orada, karanlığın içinde. Yazmak, insanın kendi dışında, zamanların birbirine karışmasında sanki: Yazmakla yazmış olmak, yazmış olmakla daha yazmak zorunda olmak, olup biteni bilmekle bilmemek, dopdolu anlamdan yola çıkmak, onun içine girerek anlamdışı olana ulaşmak arasında. Dünyanın ortasında dikilen kara yığın imgesi rastgele bir imge değil.” (Kara Yığın”,Somut Yaşam, s.27)
Onun Neauphle-Trouville-Paris üçleminde geçen ömrü yazarlığının en çok bağlandığı mekanları da var etmiştir. Onca inişli çıkışlı bir yaşamdan sonra geldiği dönüm noktasında karşısına çıkan insanla (Yann Andrea) kurduğu sevgi bağı ona ikinci bir hayat sunar. Yann, bu buluşmanın ve sonrasının öyküsünü M.D. adlı kitabında etkileyici biçimde anlatacaktır sonra. Bir an dünyadan kopup kayboluşu yaşarlar birlikte. Gelinen kopuş an’ında yaşama tutunup yeni bir hayatın önünü açarlar. Burada Yann artık onun her şeyidir. Duras, “artık ölünebilecek bir yaştayım, ömrü uzatmak niye,” dediği bir çizgiden, Yann’a tutunarak yazıya döner.
Alkol krizi sonrasında getirildiği hastanede, kendisine mektuplar yazan genç adama; “benim için artık yaşamanın ne kadar zor olduğunu” yazmak düşüncesindedir: “Ona, çok içtiğimi, bu yüzden hastaneye yattığımı, neden o kadar çok içtiğimi bilmediğimi yazdım. 1980 Ocağıydı. Altmış altı yaşındaydım. Siz, Jerome Beaujoir, bu iş olduğunda oradaydınız. Kan basıncım çok yükselmişti, yürek çöküntüsüne karşı birtakım ilaçlar yazmışlardı bana ve doktora alkolik olduğumu söylemiştim. Dolayısıyla, üç gün boyunca, günde birkaç kez baygınlık geçirdim. Saint-Germain-en-Laye Hastanesine götürüldüm gece yarısı. Falan filan. İşte oradan dönüşte, Yann’a, tanımadığım bu adama, bana yazdığı –sakladığım, hayranlık verici- mektuplarından ötürü yanıt verdim. Derken, yedi ay sonra, telefon edip beni, gelip gelmeyeceğini sordu. Mevsim yazdı. Daha sesini işitir işitmez bunun çılgınlık olduğunu anladım. Gelmesini söyledim. İşini, evini bıraktı. Yanımda kaldı. Altı yıl oluyor.”( “Le Navire Night’in Sesi”/Somut Yaşam, s. 120-121)
İşte o buluşmanın, bir arada yaşamının öyküsü Yann Andrea’ya da yazının yolunu açar. Onun, Duras’a ulaşma, gelip yaşamına katılma serüveni ise, kuşkusuz yazarın yazdıklarının ondaki imgesinden kaynaklanıyor olmalıdır. Okuma serüveni, yazı yolculuğu böyledir…
Duras’ın andığım kitaplarında bunun labirentlerini buluruz. Bu açıdan kendisinden söz ettiği metinler, kitaplar ona ulaşmamızda daha da ilginç gelebiliyor bize. Somut Yaşam olsun, Yazmak olsun bu anlamda içtenlikli metinlerle örülü yapıtlar. Kendi deyimiyle, “söz otoyolu”.
Aşkın ölümcül sanrısını hissederek, ilkgençlik çağımda okuduğum Moderato Cantabile’nin, -yıllar sonra izlediğim Hiroşima Sevgilim kadar etkileyici olmasa bile- yazılma öyküsünün arka planını anlattığı satırlarla yüzleşmek; en az roman kadar sarsıcı geliyordu bana: “Derin bir acı içindeydik. Ağlıyorduk. Sözcük dile getirilmiyordu. Birbirimizi sevmeyişimize üzülüyorduk. Başka bir şey bilmiyorduk artık. Buydu işte birbirimize söylediğimiz. Ömrümüzde bir daha böyle şey olmayacağını biliyorduk. Ama bu konuda hiçbir şey demiyorduk, arzumuz konusunda aynı garip hazırlık içinde bulunduğumuzu da. Çılgınlık kış boyunca sürdü. Sonra ciddiliği azaldı, bir sevda öyküsü oldu. Daha sonra Moderato Cantabile’yi yazdım.” (“Gecenin Son Müşterisi”, Somut Yaşam, s.18)
Duras’yı her okuduğumda o tutkulu yaşamın izlerini bulurum. Yazarın organizmasının özünü başka ne oluşturabilir ki… Yazmak denen cehennemle başka nasıl baş edilebilir ki..
Duras, bunu, “Normandiya Kıyısının Yosması”nda ne güzel anlatıyor: “1986 yazıydı. Öyküyü yazıyordum. Yaz boyunca, her gün, bazen akşamları, bazen geceleri. İşte bu günlerde Yann çığlıklar atarak bağırıp çağırdığı bir döneme girmişti. Her gün iki saat kitabı daktiloya çekiyordu. Kitapta, on sekiz yaşındaydım ve tutkumdan, bedenimden nefret eden bir adama âşıktım. Yann, okuduklarımı daktiloya çekiyordu. Daktiloya çekerken bağırmıyordu. Sonra aniden başlıyordu. Bana bağırıyor, bir şey isteyen ama ne istediğini bilmediğini söylemek için bağırıyordu. Ve ağzından çıkan sözcüklerin kabalığında almak istediği bilginin kendiliğinden çıkıvermesi için bağırıyordu.”
Tutku, köleleşmenin ötesinde; yazarın yaşadığı cehennemin kıyısında dönenip durmanın safiyane çılgınlığı:”Bağırsa da ben yazmaya devam ediyordum. Başlangıçta zor oluyordu. Bana bağırmaya hakkı olmadığını düşünüyordum. Bu doğru değildi. Ve yazarken, ne zaman onun geldiğini görsem, bana bağıracağını ve artık yazamayacağımı biliyordum. Yazacak bir şey kalmıyordu, ve ben de bağırıp çağırmalarını duymadığıma onu inandırmak için cümleler, kelimeler yazıyor, karalamalar yapıyordum. Farklı yazı yığınları için haftalar harcadım. Şimdiyse bana o zaman tutarsız gibi görünenlerin, aslında bir sonraki kitap için en önemli yazılar olduğuna inanıyorum. Bunun o zaman farkına varmamıştım. Ona, bağırmalarının beni yazmaktan alıkoyduğunu, bana haksızlık ettiğini söyleyemezdim. Kısa bir süre sonra da, onun olmadığı zamanlarda yazamadığımı anladım. Onun bağırışlarını, çığlıklarını bekliyor, ama bir yandan da, sayfayı, orada duran, kendisine yabancı, gerçekdışı bir düzlemde oluşmakta olan kitabı, yine kitabın kendisine yabancı cümlelerle doldurmaya devam ediyordum.” (s.76)
Duras, bana, yer yer unutuşun renklerini; aşkın aşkınlığını, yazmak eyleminin hayatın neresinde akıp durduğunu, yazı yurdunun ne anlama geldiğini, düşle gerçeğin buluşma noktalarını, ilk aşkın imgesini anlatır. Bir insan, bir yol arkadaşından başka ne bekleyebilir ki; bu düşlerin, bu imgelerin ardından sizi sürükleyip götürüyorsa eğer…
Ada Düşleri, Düş Adaları’na doğru yol alırken, Duras’yı da ötekilerinin yanına katmadan edemiyorum gene…
Yazıda sözü edilen kitaplar:
Martin Eden, Jack London, Çev.: Mete Ergin, 1968, Varlık Yay., 460 s.
Don Kişot/Becerikli Şövalye Mancha’lı:1-2,Cervantes, Çev.: Bertan Onaran, 1967, Bilgi Yay., 499+490 s
Robinson Crouse:1-2, Daniel Defoe, Çev.: Akşit Göktürk, 1968, Kök Yay., 384+366 s.
Denizler Serüveni, Irving Stone, Çev.: Fatma Muhterem, 1972, E Yay., 406 s.
Moderato Cantabile, M. Duras, Çev.: B. Onaran, 1966, Bilgi Yay., 92 s.
Parkta,M. Duras, Çev.: B. Onaran, 1967, Yankı Yay., 110 s.
Bütün Gün Ağaçlarda (oyun), M. Duras, Çev.: Salah Birsel, 1967, Bilgi Yay., 93 s.
Aşka Tatil Yok, M. Duras, Çev.: Leyla Gürsel, 1977, Hür Yay., 159 s.
Normandiya Kıyısının Yosması, Marguerite Duras Derleyen ve Fransızcadan Çeviren: Ali Karabayram- Serhat Günaydın, 2000 Dost Kitabevi Yayınları, 85 s.
Marguerite’den Duras’a, Alain Vircondelet, Çev.: İsmail Yerguz, 1998, Güncel Yay., 143 s.
Yazmak Marguerite Duras Çev.: Aykut Derman 1997, Can Yay, 106 s.
Somut Yaşam, Marguerite Duras, Çev.: Bertan Onaran, 1997, Can Yay., 135 s.
M.D., Yann Andrea, Çev.: Sevim Akten, 1992, Afa Yay., 152 s.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (10 Mart 2020)