Sese ne kadar duyarlısınız? Peki kokuya? Dokunma duyunuz nasıldır, ya tatlarla aranız? Sahi görmek yalnızca ışık mıdır sizin için; nesneler, biçimler…ve daha birçok şey…
Sorarım size, görme yolculuğunuzda başat olan nedir öyleyse? Bunun farklı farklı biçimlerini bize hatırlatır ya John Berger. Gene de ben görmek deyince, ilkten şunları sıralarım zihnimde:
- Bir şeyi görmek,
- Kendini görmek,
- Birini görmek,
- Rüya görmek,
- Işığı görmek,
- Nesneleri görmek,
- Sevgiliyi görmek,
- Görüntüyü görmek,
- Yazarak görmek,
- Rengi görmek…
İşte burada duralıyorum şimdi; renge gelince, algım birden değişiyor. Önce kapıyorum gözlerimi. Bir uğultu çevreleniyor bulunduğum mekânda. Çocukken sıklıkla yaptığım oyun gibi değil bu. Yani görmesem ne olur, ne hissederim! Bir soru imi olmaktansa, merak. Dünyayı algılamaya, evrenin gizini çözmek olmasa da, anlamaya çalışmak. Belki de Werner Heisenberg’in “mutlak belirsizlik içinde yaşadığımız” dediği şeyin neden “mutlak”/ “belirsiz” olduğunun gizemi çözmek…
Kuşkusuz bu duruş/bakış bir deney yapma molası değil, salt algıya dayalı sezişlerin sizi nerelere/nasıl taşıyabileceğini görmek…
Evet, görmek.
İşimiz, gücümüz bu. Sözcüklerle de yola çıksak, sesler, renkler, çizgilerle de…
Gene de ben sözcüklerin yanına renkleri koyarak düşünen biriyimdir. Ses elbette ki başat bir öğesi varoluşumuzun. Sonra dokunma, tatma…
Görerek başladığımıza göre, gözlerinizin tamamen kapalı olması size nelere düşündürür?
Evet, bir düşünün rüyalarınızı; ya da Kubrick’in “Gözleri Tamamen Kapalı” filmini hatırlayın.
Bir yerlerden sızan ışığın rengiyle varlığınızın ve varoluşumuzun algısı hemen nasıl da değişiyor.
Hatırlıyorum, daha sözcüklerle tanışmadan önce, cam altı resimleri çizen babamın boyaları ile terzi olan annemin kesip biçip biçim verdiği kumaşlardan ortaya çıkardığı giysilerin renkleri belleğimde birer zaman resmi gibi dururlar.
O gün bugündür renklerle alışverişim adeta görme biçimimin ve yaşama düsturumun başat öğesi. Işığın her şeyi gösterdiğini yadsıyamayız her halde! Peki dokunarak, işiterek, tadarak, koklayarak da gördüğümüzü söylersem!
Her birinde de rengin nasıl bir magma olduğunu size hatırlatırsam…
Sizi güne taşıyan giysilerinizi hatırlayın, sevdiğiniz birinin imgesini taşıyan renklerini, sokağınızın rengini, eviçinizin rengini… Ve doğaya yüzünüzü döndüğünüzde görüp ettiğiniz renkler…
Sonra Newton’un prizmasının renkleri geliyor aklıma, gökkuşağının altından bizi geçmeye çabalatan duygunun renkleri…
Çalışma masalarıma, defterlerime, kalemlerime bakınca bazen içimin rengini de gördüğüm olur.
İşte yazmaya da bazen buralardan başlarım.
Goethe’nin renkler üzerine yazdıklarına geçmeden önce, Victoria Finlay’ın “Renkler Boya Kutusunda Yolculuklar”ına göz atarken, ilkten kendi renklerime dair okumaya başladım kaçınılmaz biçimde. Tıpkı Jacques A. Bertrand’ın “Terazinin Hüznü”nü okurken kendi burcumdan başlamam gibi…
Zaman zaman Van Gogh’un renklerine dönerim yüzümü, ama orada uzunca süre tutulu kalamam. Cezanne gelir aklıma, Monet, Pissarro, Utrillo… Salt çizip ettikleriyle değil, renklerinin ışığıyla tutarlar beni kendilerinde. Çünkü renk düşüncedir onlarda duygudur, ritimdir, zamandır. Evet, salt birer manzara gibi bakarsanız yanılırsınız.
Bütün bunlar bize düşlerimizin de birer rengi olduğunu hatırlatır. Ve biliriz ki renkler alır bizi bir yerden başka yerlere taşır, başka insanların renklerine karıştırır; başka başka zamanların rengini yakalamamıza neden olurlar.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (25 Eylül 2018)