“Bence” dedi, “Senin antidepresana ihtiyacın var, Prozac’lık değilsin, Cipralex çözer sorunu. 10 miligramla başla, sonra 20’ye çıkarırsın. Herkes roman okurken ben gazetenin 75 kupona verdiği tıp ansiklopedilerini karıştırıyordum, anlarım bu işlerden.”
Susmak bilmedi, dakikalarca konuştu. 70 yaşındaydı, kocası bir yıl önce göçmüştü, torununa bakıyordu, sigara içtiğini çocuklarından saklıyordu, ağrıyan dizleri için hastanedeydi. Neyse ki yakında oturuyordu.
Hayat bizi, hastane bahçesindeki bankta buluşturdu. Pis bir kış günüydü. Karlar eriyordu, her yer çamur içindeydi. O, koridordaki boğucu insan kalabalığından, ben yattığım koğuşta sürekli hastalıklarından konuşan, genç birinin onlardan daha fazla acı çektiğini görmekten içten içe keyif alan çok yaşlı kadınlardan kaçmıştım.
Hiç ses etmeden sigaramı yaktı. Titreyen ellerimi, eğri büğrü kaynamış kırık parmaklarımı görmezden geldi. Gözlerinde, yüzümdeki yara izlerinden irkildiğini gösteren bir gölge dahi yoktu. Sonra lime lime olmuş kahverengi çantasından mendilini çıkarıp gözyaşlarımı sildi. “İnsanın sadece ağrısı olduğu için böyle ağlamayacağını bilecek kadar uzun yaşadım kızım” dedi. İnsanlardan kaçabiliyordum ama saklanamıyordum demek ki.
İnce bir tebessümle yüzüme bakıyordu. Kaçamak bakışlarla “Hastalarıyla göz teması kurmadan konuşan bir doktor var, bu sabah kalbimi kırdı” dedim. Uzun uzun hastane yemeklerinden şikâyet ettim. Dakikalar boyunca yemeğin yanında getirdikleri meyve suyu ve ayranın kimyasal silah gibi olduğunu anlattım. Uzun zamandır devam eden ağrılarımın sinirlerimi bozduğunu söyledim. “Artık MR çekilirken ölmek istiyorum” dedim. Beni sevmeyen fizyoterapistin bilerek ve isteyerek canımı yaktığını itiraf ettim. Sigaramdan bir nefes daha çektim. Yine gözyaşlarımı sildi…
Bir insanla sonsuza dek koptuğum anlar vardı. Bazen bir sözle, bazen başkalarının dikkatini bile çekmeyecek küçük bir jest veya mimikle, bazen de hiçbir anlam taşımadığı zannedilen bir iki satırlık mesajla. Yaşlı kadın farkındaydı. Yas, boğazımda düğümlenmişti.
Bir süre öylece, yan yana, sessizce durduk. Sonra kendi hayatını anlatmaya başladı. Bir insanla sonsuza kadar unutulmayacak bir bağ kurduğumu anladığım anlar da vardı tabii. Onlardan biriydi.
Bir sigara daha yakıp ilk nefesini derin derin çekti. Hipermetrop gözlüğüyle kocaman kocaman görünen gözleriyle baktı. “Bunlar beylik laflar değil. Birini çok seviyorsan, dünyayı karşına alman gerekse bile yapman gerekir. Ben yaptım” dedi. Ermeni sevgilisiyle evlenebilmek için ailesini bir kalemde sildiğini anlattı. Gözleri dolu doluydu. “İnanır mısın, onunla geçirdiğim 50 yıl boyunca bir gün bile pişman olmadım. Kocam beni sadece bir kez üzdü kızım” dedikten sonra, cüzdanından çıkardığı yıpranmış düğün fotoğrafını gösterdi. Kocasının, kanser ağrılarına dayanamadığı için 7. kattaki evlerinden atlayarak hayatına son verdiğini söyledi. Bu kez kendi gözyaşlarını sildi.
Sırtımdaki ağrı şiddetlendi. Morfinin etkisi geçiyordu. Contramal, Zaldiar ve Geralgine K’yı birkaç yudum suyla yuvarladım. Tam o sırada “Keş karı, o ilaçları nasıl aldığını bilmiyor muyuz sanki” diye bir çığlık duydum.
Kaldığım koğuşun belalısıydı. Geçirdiği kazada belindeki omurlar darmadağın olmuştu. 8 yıllık kocasıyla 7 yıldır ayrıydı. 4 yıldır bir kebapçıyla birlikte yaşıyordu. Belini kıran kazayı, karşı komşusunun kocasıyla geçirmişti. Ameliyatların ardından yeni yeni ayağa kalkıyordu. Yanında kebapçı sevgilisi vardı. Koca, sevgili ve diğer sevgiliyi birbirlerini hiç görmeyecekleri saatlerde çağırma konusunda ustaydı.
Yüzüne baktım. Ağladığımı fark etti ama kötülükten geri adım atmadı. Bu kez de “N’oldu cicim, zoruna mı gitti?” diye bağırdı. Kebapçı sevgilisinin “Yapma böyle” sözüne aldırış etmedi. Ses tonunu biraz düşürdü. Yine de benim duyabileceğim şekilde “Ama yalan mı, bu karı doktorların prensesi, onunla ilgilenmekten bizim yüzümüze bakan yok” diye söylendi. Son bir hamleyle bana dönüp öldürücü darbeyi vurdu; “Kocan sana bu kadar zaman çok bile dayanmış…”
Uzun bir süre hastanede yatınca, aynı koğuşta kalan herkes birbirinin hayatını didiklemeye başlıyordu.
Önümden ağır aksak adımlarla geçip gittiler. Tek bir söz etmedim. Arkasından bakarken, hayattan alacaklıymış gibi hisseden herkesin sahip olduğu ekşimiş nefretini iliklerime kadar hissettim. Yaşanan hayal kırıklıkları bazen vicdanı korur, iyi biri yapar insanı, bazen de kopkoyu bir kötülükle baş başa bırakır. 35 yılda geldiği yer burasıydı işte.
Yaşlı kadın, az önceki olay hiç yaşanmamış gibi davrandı, ne sordu, ne yorum yaptı. Aslında hiçbir şeyi garipsemedi de.
Hastanenin güvenlik görevlisi, hava almak için elektrik sobasıyla ısıttığı kulübenin kapısını araladı. Önce Neşet Ertaş’ın sesini duydum, sonra da sözünü: “Sen beni gönlümce mutlu mu sandın, ömrümü boş yere çalan dünyada…”
“Üç günlük dünya be evladım” dedi. “Karartma gönlünü bu kadar. Dök içini. Kelimeler içinde büyümesin…”
“Peki” dedim…
***
Ömrüm onunla geçecek sanıyordum, erken ölenin de ben olacağımı. Öyle olmadı tabii. Lafı uzatmanın gereği yok. Kocam gözümün içine baka baka kendisini öldürdü. Benden son bir sözü bile esirgedi.
Biliyorum, bu hayatta herkesin kendisine ait yolu, kavşağı, virajı, mola yeri var. Yoldan çıkmak da bir yol, yolun başında yorulmak da, yolda kazaya uğramak da. Ya da bir mola yerinde hayatı geçirmek de. Onun hayatı da böyleydi. Hiçbir zaman yol arkadaşı olamadım, yoluna çıkan biriydim sadece. Daha fazlası için de zorlamadım zaten. Hayat bana, bir insandan verebileceğinden fazlasını istememeyi çoktan öğretmişti. Hayattan pek bir şey isteyen biri de değilim ya, neyse…
Böyle söylüyorum diye onu az sevdim zannetmeyin. Evi kendisine özgü bir kaosla darmadağın ederdi, severdim. Sürekli üşürdü, severdim. Çamaşır asarken, ayrı ayrı giydiği çorap teklerini bulurdum, severdim. Her şeyin kapağını açık bırakırdı, severdim. Kapıyı alacaklı gibi çalıp yüreğimi hoplatırdı, severdim. Uzun uzun dalıp giderdi, severdim. En sevdiğim dizinin sonunu söylerdi, severdim. Buralara ait olmayan davranışlarıyla bazen utandırırdı, severdim. Göbeği vardı, severdim. Ödemeyi unuttuğu için elektrik-su-doğalgaz kesilirdi, severdim. Sabahları saatlerce uyanamazdı, severdim. Bazen gözlerini kaçırarak yalan söylerdi, severdim…
Büyük büyük aşk, sevgi lafları etmeyeceğim, gündelik hayatın sıkıcı ayrıntılarının yıpratamadığı bir sevgiyi anlamanızı isteyeceğim…
Hayatımıza dair ayrıntılara da, abartmaya da gerek yok. Yeryüzündeki milyonlarca çiftten biriydik işte. Biri ölmeyi seçmiş, diğeri sakatlanmış bir çiftin son gününü anlatmak yeterli artık.
Her sabah çay içerdi. O gün istemedi. Uzun bir aradan sonra ilk kez gözlerimin içine bakıp benimle yaşamaktan memnun olduğunu söyledi.
Ölenlerin ardından, son saatlerindeki hareketlerine ve sözlerine olağanüstü anlamlar yüklemek tabii ki saçma. Ama insanın elinde başka hiçbir şey kalmayınca avunmak için her yolu deniyor. “Seviyorum dememişti yine, ama şikâyeti de yoktu” diyorum. Ölümü seçmesinin nedenlerinden biri olmayı reddedebilmek için yıllar öncesinden tek bir sözü, bir bakışı, tekrar tekrar hafızama kazıyorum. “Bana öyle sıkıca sarılan biri, benim yüzümden yapmış olamaz” derken bile içimi kemiren şüpheyi alt edemiyorum. “Neyi yaptım, neyi yapamadım” diye sorular soruyorum. Avunuyor muyum? Bilmiyorum.
İşe gitmek için evden çıktık. Beşiktaş’a geldiğimizde başının ağrıdığını söyleyince direksiyona ben geçtim. Boğaz Köprüsü’ne doğru ilerledik. Arabada radyonun kanallarını karıştırıyordu. Birden midesinin de bulanmaya başladığını söyledi. Camları açtım, ama yetmedi. Sağa çekip durmamı istedi.
Sabah saat 06.30’du. Köprüde tek tük araç vardı. Pırıl pırıl bir bahar günü başlıyordu. Boğaz’ın en mavi zamanlarıydı, erguvan mevsimiydi. Korkuluklara doğru hızla yürüdü. Korkulukların dışına çıkıp tutunduğu an hissettiklerimi anlatmam çok zor.
O an, gözlerimin önüne gelen ilk şey, bir çocukluk fotoğrafı oldu. Piknikte çekilmişti. Ağacın göle doğru uzanan dalına bacaklarını sarmıştı. Bir elini yana doğru açmıştı, diğer eliyle ağaca sıkı sıkı tutunmuştu. Yüzünde cüretkâr bir gülümseme vardı. 35 yıl sonra, o fotoğrafın ölümcül bir benzeri karşımdaydı. Üstelik yine gülümsüyordu.
Sonra yavaş yavaş eğildi. Elleri ve bacaklarıyla korkuluklara tutunmuştu. O kadar sakindi ki yüzünü gören sırt üstü yüzmeye hazırlanan birinden ayıramazdı. Yanına gittim. Korkulukların iç kısmında aynı şekilde durdum. Gözlerinin içine baktım. Bacaklarımı korkulukların arasından geçirip oturdum. Kollarını bana uzattı. Sürekli konuşuyordum. Yapmaması için yalvarıyordum. Bir tek söz söylemedi. Ellerini sımsıkı tuttum. “Elimi hiç bırakma, ben seni tutarım” dedim. Tam o anda ayaklarını aşağıya doğru sarkıttı. Elleri hâlâ ellerimin içindeydi, “Tutmaya çalışıyorum, n’olur düşme” diye bağırdım. Boşlukta bir süre sallandı. Ağırlığıyla yüzüm korkuluklara yapıştı; omuzlarımda, belimde, sırtımda ve boynumda korkunç ağrılar hissettim. İnsan kaslarının, tendonlarının kopma sesini duyar mı? Yüzündeki kemiklerin kırılma sesini? Ben duydum. O kadar acıya rağmen ellerini bırakmadım, inanın. Önce bir elimi çözdü, sonra serbest kalan eliyle diğerini. Hiçbir şey söylemedi, düşerken hiç bağırmadı…
İnsan kötü şeyleri önceden düşündüğünde, başına geldiğinde öleceğini zanneder. Ama gerçeklik öyle bir şey değil işte. Elinizi sonsuza kadar bırakan birinin şişmiş, parçalanmış cesedini, aynı gün içinde hastanenin morgunda teşhis edersiniz. Sonra bir kat yukarıda ameliyata alınırsınız. Ölmezsiniz, ölemezsiniz…
7 aydır buradayım. 5 ayrı ameliyatla omurgama protezler ve çiviler yerleştirildi. Kopan, yırtılan kasları düzeltmeye çalıştılar. Ağrılar hâlâ korkunç, ama en azından yürüyebiliyorum. Daha sonra yüzümü de düzeltecekler. Yarın, yılın son günü. Artık eve döneceğim, 12 yıl boyunca onunla yaşadığım eve, daha bu yılı birlikte karşıladığımız eve…
***
Elimdeki sigarayı yere atıp yaşlı kadına döndüm. Uyuyakalmıştı. Başı hafifçe yana eğikti, göğsü düzenli olarak inip kalkıyordu. Gözyaşlarımı bu kez kendim sildim.
Seslendim, irkilerek uyandı. “Yaşlılık işte, uyumuşum kızım” dedi. Endişeli gözlerle bana bakıyordu. “Kocan köprüden atladı mı evladım?” diye sordu.
Ona, ölümü seçen kocasının acısını yeniden yaşatmak istemedim. “Kurtardım onu” dedim. “İnsan sevdiğinin elini hiç bırakır mı?”
Çok sevindi. Hastaneden çıktıktan sonra mutlu günlerin beni beklediğini söyledi. “Sen sen ol, sevdiğinin değerini bil kızım. Kocam öldüğünde kendi kendime dedim ki ‘Bak işte gitti, iyi ki yaşarken çok sevmişim onu’. Sevmek için vaktin varken sev evladım. Seni üzse de sev, kırsa da…” Gülümsedim. “Tamam” dedim. Muayene sırasının gelmek üzere olduğunu söyledi. Vedalaşırken sarıldık. Ağır ağır, aksayan adımlarla polikliniğe doğru yürüdü. Ömrümün en unutulmaz yabancısı oldu.
***
Ertesi sabah eve geldim. Yılın son günüydü ama evde zaman 7 ay önce durmuş gibiydi. Büyük bir soğukkanlılıkla eşyalarını topladım. Ona çok yakışan lacivert gömleğini vermeye kıyamadım. Sonra tüm cenaze evlerinde olduğu gibi, bir çift ayakkabısını kapının önüne bıraktım.
Metin Kaçan’ın anısına…
Fergün Atalay – edebiyathaber.net (28 Ocak 2013)