İnsan düşünür, durmadan düşünür; içinde durmadan konuşan, yorum yapan, yargılayan, anlamaya çalışan, karşılaştıran, bildiğini zanneden, her konuda fikri olan, geveze ve ormanda bir daldan diğerine atlayan bir maymun gibi hareketli bir ses vardır. Çoğumuz bu sesin ya farkında değilizdir ya da içimizden geldiği için onunla bütünleşiriz. Kendimizi bu sesle tanımlar, parçamız sanırız. Düşüncelerimiz var fakat biz düşüncelerimiz değiliz. Biz düşüncelerinin farkına varan, onları gözlemleyeniz.
Otuzlu yaşlarımın başında yaşadığım aydınlanma sırasında düşüncelerin ötesinde var olan bir varlık olduğumu deneyimledim. Ayaklarım yerden kesilmiş, bedenim gökyüzüne yükselmiş ve dünyaya, bütün insanlara, canlılara, senelerdir kendim olduğumu zannettiğim Feza’ya, eşime, çocuklarıma uzaktan bakıyordum. Dünya hem içerde hem dışarıda hem içimde hem dışımda gibiydi. O sırada bedenim Jumeyra Amerikan okulunda beysbol oynayan oğlumu seyreder gibi görünse de ben orada değildim. Aslında hem orada hem de değildim. Düşüncelerim ile özdeşleşmediğim küçücük bir zaman diliminde hiçbir düşünce yaşamadım ve yıllarca inandığım ve kimliğim diye bağlandığım ego benliğim yoktu. Bu muhteşem bir huzur ve huşu anıydı benim için. Ben Feza değildim. Daha önce inandığım hiçbir şey yoktu. Kısa süren ama muhteşem bir deneyim olan bu aydınlanma ve idrak halinden sonra bir anda korkuya kapıldım. Çocuklarımın annesi ve çok sevdiğim Metin’imin eşi de değildim. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atmaya başladı. Başımdan başlayarak, vücudumda yavaş yavaş aşağıya doğru inen alev gibi yanma hissi ve sıcaklık hissettim. Zihnim adeta bana sesini duyurmak istercesine avaz avaz bağırıyor ve “Yalnız kalırsın, gitme oralara, bırakma çocuklarını ve kocanı,” diyordu. Zihnimin yolladığı korku çağrısını kabul ettim ve düşüncelerime inandım. “Geri gelmem gerekiyor,” diye düşündüm ve düşündüğüme inandığım an yok oldum. Çocuklarıma olan anne kimliğimi ve eşime olan bağımı bırakamadım. Sanki o kimliklerimi bırakırsam onları bırakıyorum zannettim. İşte o anda yüksek benliğimden kopup, alçak benliğime geri döndüm. Yüksek benliğime bağlandığım. Çok kısa süren bu deneyim beni o kadar korkuttu ki, bir sonraki anda varlığımı doğrulamak için bir düşünce ürettim.
Ego zihnim, sudan çıkmış, can çekişen ve suya geri dönmek için sabırsızlıkla bekleyen bir balık gibi bir kimliğe bağlanmak için can çekişiyordu adeta. Tekrar ben Feza’ydım. Otuz dört yaşındaydım, anneydim, ikizler burcuydum. O sırada spor sahasında beysbol oynayan çocuklarını seyretmeye gelmiş Amerikalı bir aileye gitti gözlerim. Anne, baba, iki ya da üç yaşlarında olduğunu düşündüğüm bir erkek çocuk maçı seyrediyordu. Kadın yönetici koltuğuna oturmuştu, oğlu da yere serili hasırın üzerinde oyuncakları ile oynuyordu. Adam ayakta duruyor, elinde su termosu tutuyordu. Kafasında şapkası vardı, kafasını çevirip bana baktığını farkına vardım. Bu bakış birkaç kere daha tekrarlandı. Hakikatte olan, adamın birkaç kere dönüp bana baktığıydı. “Adam bana kesik atıyor, yanında karısı var, çapkın adam, ben güzelim o yüzden bakıyor, kısacık şort giydim, bacaklarıma bakıyor belki de utanmaz adam, utanmıyor, ama güzel de hissettiriyor beğenilmek, karısı farkında değil, bu adam kim bilir benden başka kaç kadına daha bakıyor?” diyen zihnimin sesini işitiyordum. İşitmekle kalmıyor inanmaya da başlıyordum. Artık korkuya yeşil ışık vererek düşüncelerim olmuş, düşünce hapishanesine kapanmayı kendim yaratmıştım.
Hakikatte olan bir insanın bana bakmasıydı. Ben dediğim kapalı zihnim olana kendi yorumunu veriyordu, ben de inanıyordum. Belki bir tanıdığına, belki kız kardeşine, belki kuzenine, belki de ölen ilk karısına benzetmiş, o yüzen bakıyordu. Gerçeği bilmiyordum. Belki de beni gerçekten çekici bulmuştu ve erkek güdüleri ile karşı cinse bakıyordu. Gerçek benim düşündüklerim olmak zorunda değildi, olabilecek pek çok olasılık vardı. Sonra o kişinin bana bakması benim üstüme vazife değildi ve bu onun işiydi. Benim ona geri bakmam benim işimdi. Artık zihnin kölesi olmuştum ve onun düşünceleri ile bütünleştiğim sürece düşünceler yaşamını yönetecekti, efendim olacaktı. Kısacası o günkü deneyimimde inandığım ve gerçek diye bildiğimin ötesinde farklı bir gerçek olduğunu deneyimledim. Ancak kavramsallaştırılmış benliğimin ötesine geçen olasılıklara açılmak korkutucu oldu ve geri geldim ya da geri getirtildim.
Düşünceler gerçek benliğimizi ve kim olduğumuzu doğrulamaz. Onlar zihindeki geçici ve kısa elektrik olaylarıdır. Biz gelen düşüncelerin alıcısı ve aynı zamanda gözlemcisiyiz. Aynen bir radyo cihazı gibi biz düşünceleri alan ve ileteniz ancak düşüncelerin kendisi değiliz. İnandığımız zaman düşüncelerin verdiği deneyimi yaşarız çünkü düşüncelere bağlanırız. Neye inanırsak ve hangi düşünceye bağlanıp, bütünleşirsek o düşüncenin vereceği duygu ve deneyimi yaşarız. İnsanlar anlam yükleyen, hikâye yazan biyolojik makinelerdi. Yaşadıklarımıza anlam yükleyerek ve düşüncenin bizi nasıl hissettirdiğine bakarak dış dünyamızı iyi veya kötü olarak etiketleriz. Bu durumu gerçek dışı bir yaşamın içinde akvaryumda hapsolmuş bir balığın yaşam deneyimine benzetebilirim. Ego zihni harika bir hizmetkârdır, ama sizi kâbus dünyasına sokabilecek korkunç bir efendi de olabilir. Hayatımızı yaratma sorumluluğunu korku ve yalanlar ile dolu ego zihnine vermek pek çok insanın gün boyu yaşadığı mücadele dünyasını yaratır. Bu yolda insanlar için huzursuzluk, mutsuzluk, savaş, hastalık ve kâbus dolu bir yaşam vardır.
Düşünceleriniz ile kendi aranıza mesafe koyun. Olumsuz bir düşünce geldiğinde onu farkına varın ve bu sadece bir düşünce diye etiketleyin. Her düşündüğünüze inanmayın. Size keder veren, endişe ve korkuya, mutsuzluğunuza sebep olan düşünceleri sorgulayın. Farkındalık ile düşünceleri aynen gökyüzündeki bulutları izler gibi izleyin. Düşünceleri izleyin ama onlara bağlanıp, yaşamınıza indirmeyin. Unutmayın siz arkadaşınız değilsiniz fakat arkadaşınız var. Her arkadaş ile yakın arkadaşlık edilmeyeceği gibi her düşünceye de inanılmaz. Kendinize dost olan, yaşamınızı besleyen, mutluluk ve huzur veren düşüncelere inanmayı seçin.
edebiyathaber.net (8 Eylül 2022)