Söyleşi: Dilek Üstündağ
Duygu Terim ile Mart 2024’de Notos Kitap’tan çıkan ilk öykü kitabı Aslında Her Şey Yolunda üzerine söyleştik.
D.Ü.: Aslında Her Şey Yolunda’yı okurken en çok ilgimi çeken öykü kişileri oldu. Öykülerinizdeki kişiler, tamamen dış gerçekliğe bağımlı olmayan sizin yaratıcılığınızla yoğrulmuş hem aykırı hem de olağan. Burada Bambaşka Bir Şey öyküsünde, kahramanın okuduğu metinler için, karakter tek boyutluydu, eleştirisi geliyor aklıma. Siz öykülerinizde kişilere yüklediğiniz özellikleri seçerken neleri gözettiniz? Ayrıca kişilerin içsel özelliklerinin daha çok öne çıktığını görüyoruz, bu tercihinizin metne katkısı nelerdir?
D.T.: Kitapta içinde bulundukları kabın şeklini almaktan usanmış, benliğiyle kavga eden karakterler var. Geçmişlerinde en az bir defa kaynama noktasına gelmiş, hacimlerinin bir kısmının buharlaşarak kaybolmasını izlemişler. Şimdiyse kaybettikleri kısmı nafile yere havayı izleyerek arıyorlar. Çoğunlukla içe dönük karakterler oldukları için de iç dünyalarına odaklanmaktan başka bir seçenek kalmadı bana.
Bambaşka Bir Şey’in kahramanı Merve çıkış yolunu kitaplarda bulmuş sıkı bir okur, acımasız bir eleştirmen. Yazarken onu kullandığımı itiraf etmeliyim. “Karakteri tek boyutlu olmaktan kurtarmak için geçmişine bakmalısın,” dedi bana. Zaman zaman da “Geçmişe çok saplanıp kaldın. Geleceğinde neler olacak, biraz da onu düşünmelisin.” Merve’nin sorularına cevap vermeye çalışmanın karakterleri karton olmaktan çıkardığını umuyorum.
D.Ü.: Küçük Kayalar ve Melike öykülerinde olduğu gibi, kurguyu hem bir yap boz gibi birleştirebiliyor, hem de aynı zamanda o parçalardan kendimize farklı resimler çıkarabiliyoruz. Öykülerinizde kurguyu oluştururken sizin için önemli olan unsurlar nelerdir?
D.T.: Bilemiyorum kaç yazar bilgisayarının başına oturduğunda karaktere biçtiği rolün tamamını ona oynatabiliyor. Melike kitaptaki karakterler içinde açıkça başkaldıran tek karakter. Önce Küçük Kayalar içinde ufak bir sahne yazdım kendisine, fakat onun söyleyecek başka şeyleri de vardı, ayrıca öykümü yazmalısın diye başımda tef çaldı günlerce.
Kurmacaysa yazarın uydurma özgürlüğünü elbette bilinçli bir biçimde kullanabilmesi demek. Metin gerçek dışı da olsa karakteri gördüğü ya da tanıdığı birine benzetebilmesi okurun metinle kurduğu bağı güçlendiriyor. Öykü özelindeyse yazar ipleri elinden bırakmadan okura hayâl kurma alanı açabilmeli. Yazar her şeyi anlatmadan, karakteri iyi betimleyebilirse okur da gerçek ve kurmaca arasındaki nazik dengede yazarın dikkatli adımlarına eşlik edebilir.
D.Ü.: Öykülerinizde düşünce ve duygu akışını anlatırken hem diyaloglardan hem de monologlardan yararlanıyorsunuz. Sizce öyküde diyalog ve monologların gücü nedir? Ayrıca öyküleriniz hızlı bir anlatım içerisinde ilerliyor, sizi bu tercihe iten nedenler nelerdir?
D.T.: Diyalog, karakteri yazarın biçtiği elbisenin içinde görmemizi sağlayan önemli bir araç. Laf kalabalığı yaratmadan, doğru sözcükleri seçerek, çoğu zaman ikincil anlamını da düşünerek, onları konuşturmak metni canlı hale getiriyor bence. Karakterin aklından geçenleri okuduğumuz iç sesler de kendi içine konuşan karakterlerim için olmazsa olmazdı.
Her metnin kendine ait bir ritmi olması gerektiğini düşünüyorum. Bazen okuduğunuz bir anda kalmak, kendinizi o sakin suda yüzmenin rahatlatıcı etkisine bırakmak istersiniz, bazen de bir an evvel sudan çıkıp kuma uzanmak. Akıcı yazmakla aceleci yazmak arasındaki dengeyi gözetmeye çalıştığımı bunun için de metnin ritmini bir okur olarak dinlediğimi söyleyebilirim.
D.Ü.: Ölüm Makamı, Sarı Duvar Kâğıdı, Ayrıntılar gibi öykülerinizde olaya eşlik eden şarkılar var. Hatta öyle ki, şarkıların melodileri satırlar arasından usulca kulağımıza sızıyor. Bu duruma iki türlü yaklaşmak istiyorum. Birincisi, yazar Duygu Terim neden böyle bir tercih yaptı, sizce bu tercihinizin öyküye katkıları nelerdir? İkincisi, okur Duygu Terim’in hayatında şarkılar nerede duruyor?
D.T.: İkinci sorudan başlayayım. Müzik dinlemeden hiçbir şey yapamıyorum. Kafanın içindeki sesleri susturmak için müzik dinliyorsun demişti bir arkadaşım, hakkı olduğunu düşünüyorum. Ritmin ahengi o an yaptığım şeye odaklanmamı kolaylaştırıyor, ben de o sesi iç dünyamda memnuniyetle misafir ediyorum. Yazarken de, metin bütünlüğüne katkı sağlayacağını düşündüğüm bir şarkı metne giriyor. Müzik benim için sanatçının duygusunu cisimleştirdiği bir çağrı aracı. Ben de o çağrıya yazıyla yanıt verdiğimi düşünüyorum.
D.Ü.: Bana öyle geliyor ki söyleşilerinizde kitabın kapağı sıklıkla sorulacaktır. Ben de sormadan geçmek istemiyorum. Kadınların yaptığı bir ritüelin resmedildiği kapağın öyküsünü anlatır mısınız?
D.T.: Notos Kitap’ın kapak tasarımlarını Virginia Elena Patrone yapıyor. Diğer işlerini de hayranlıkla takip ediyordum zaten. Kitaptaki üç öyküden yola çıkarak üç farklı öneri sundu bana. Kitabın ilk öyküsü Kocamın Güneşi Terazi Burcu’nda tarif ettiğim ay kartından yola çıkarak hazırladığı tasarımı görkemli ve dikkat çekici buldum. Ayrıca kapağın, kitabın ruhuyla da uyumlu olduğunu düşünüyorum. Tarotta ay kartı zorlu bir dönemden geçişi, korkularla yüzleşmeyi ifade ediyor, güçlü sezgilerle hareket etmeyi, bir çıkış yolu bulmayı simgeliyor. Virginia’nın tasarımı yazar olarak aradığım eksik parçayı bulduğumu hissettirdi, kitabı bütünledi. Fazlasıyla içime sindiğini söylemeliyim.
D.Ü.: Milan Kundera, “Dünyayı değiştirmekten umudu kesen dünyayı gözlemler”, demiş.Sizce yazarlar toplumsal sorunlara karşı gerekli duyarlılığa sahip mi veya olmalı mı?
D:T.: Kundera’ya Albert Camus ile cevap vereyim. “Başkaldırıyorum dolayısıyla biz varız.” Dünyayı değiştirme umudumu kaybetmemek için çırpınıyorum, biraz da bunun için yazıyorum. Dünyayı sadece gözlemliyorum belki ama bu da okura yaptığım çağrıdan, bir gün beraber başkaldırma umudu taşımamdan kaynaklanıyor.
Yazarın sorumluluğu vasatı yeniden üretmeye direnebilmesi, sözcüklerin yeni anlamları, nesnelerin yeni çağrışımları üzerine düşündürebilmesi. Bunu yaparken yaşadığı toplumdan, çağdan kopuk kalabileceğini düşünemiyorum. Bir adım ileri gideyim, yazarı içinde bulunduğu toplumsal koşullar doğuruyor, büyütüyor.
Yazar, ister salt gözlemlemekle kalsın ister isyan bayrağını taşısın her halükârda bir şeye odaklanmayı tercih etme özgürlüğüne sahip. Okur da hangi yazarın gözlüğünden o şeye bakmayı tercih etme özgürlüğüne.
D.Ü.: Konuşacaklarımız Var öyküsünde yaşam ve yazma arasındaki ritmi tutturmakta zorluk çeken bir yazar görüyoruz. Buradan yola çıkarak, sizin yazma pratiğinizi sormak istiyorum, nasıl yazar, kaleminizi nasıl beslersiniz? Siz, yaşam ve yazma arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
D:T.: Bahsettiğiniz öyküdeki karakterin açmazı sanırım yaşam ve yazma arasında bir dengenin olmamasından kaynaklanıyor. Yaşamın kendisi bırakın yazmayı, başka alanlardan beslenmeyi hatta herhangi bir şeyin üzerinde uzun uzun durup düşünmeyi bile neredeyse imkânsız kılıyor.
Dolayısıyla yazmanın fedakârlık gerektirdiğini, hatta bunun zorunlu olduğunu düşünüyorum. Yazmak, bilgisayarın başına geçip aklımıza geleni bir beyazlığı doldurmak için kullanabileceğimiz bir aktarım aracı değil, ciddiyetle yapılması gereken bir iş. Özellikle felsefeden, tarihten, güzel sanatlardan beslenmenin iyi bir yazar için gerekli olduğunu düşünüyorum, kendimizi beslemek için yaşamdan ne kadar zaman çalabilirsek.
Kadın yazarlar içinse durum hakikaten vahim. Sırtımıza binmiş sorumluluklar içinde çoğu zaman kendimize ait bir battaniye bile bulamıyoruz, altına sığındığımız örtü bile bize ait değil, anneannelerimizden miras. Üstelik altında hareket etmekte zorlanacağımız kadar ağır. Aslında Her Şey Yolunda bu anlamda özellikle kadınlara bir çağrı niteliği taşıyor.
edebiyathaber.net (6 Nisan 2024)