E. M. Forster’ın Roman Sanatı adlı kitabı, 1927 yılında Cambridge Üniversitesi’nce düzenlenen bir dizi konuşmanın derlemesi. Söyleşi havasındaki konuşmalar kitaba aynen aktarılmış. Roman sanatının inceliklerini titizlikle ve kendi dönemine göre oldukça özgün bir yaklaşımla ele alan bu kitabın, roman sanatı üzerine temel yapıtlardan biri olduğunu öğrendiğimde bir an önce okumak istedim. Ancak basımı tükenmiş olan bu esere ulaşmam hiç de kolay olmadı. Nezaket göstererek kitabını ödünç veren Hasan Fehmi Nemli Bey’e teşekkür ederim. Hazırladığı başarılı önsöz nedeniyle, kitabın çevirmeni Ünal Aytür’e de ayrıca teşekkür etmem gerekir.
Hikâyenin İşlevi
“Hepimiz romanın en önemli yönünün hikâye anlatmak olduğunu kabul ederiz.” diye söze başlıyor Forster. Diğer taraftan, keşke romanların ortak yönü hikâye anlatmak olmasaydı, keşke en büyük ortak yön “ezgi” gibi “gerçeğin kavranması” gibi değişik bir şey olsaydı diyerek romancılığı başka bir boyuta taşıma arzusunu dile getiriyor.
Hikâye anlatma geleneğinin ilkel insandan bu yana var olduğunu hatırlatıyor. Mamutlarla, azgın gergedanlarla boğuşmaktan yorgun düşen ilkel insanı, yaktığı ateşin karşısında ağzı açık halde uyanık tutabilen tek şey merak duygusuydu. Hikâyeci anlatır durur, dinleyenler hikâyenin sonunda ne olduğunu kestirir kestirmez ya uyuklamaya başlar ya da hikâyeyi anlatanı öldürürdü. Şehrazad’ın hayatını kurtaran da yine benzer bir merak duygusu yaratabilme yeteneği değil miydi?
Peki, hikâyeyi silikleştirdiğimizde neyi ön plana çıkaracağız? Ona göre iki ayrı yaşam türü var. Biri, dakika ve saatlerle ölçülen, diğeri değerlere göre geçen yaşam. Romanın hikâyesi yalnızca zaman içinde geçen yaşamı ele aldığı için fazla anlam taşımıyor. İyi bir roman yazarı, uygun yöntemler bularak değerlere göre geçen yaşamı da göstermek zorunda. Acaba roman yazarı zaman içinde akan hikâyeyi bir kenara bırakıp yalnızca ikinci tür yaşamla ilgilenemez mi?
Aslında Virginia Woolf ve James Joyce gibi yazarlar, Forster’ın bahsettiği yaşamın asıl anlamlı kısmının saatlerle ölçülmeyen bilinç dünyasında geçtiği mesajına tam da uyarak anlatımlarında bilinç akışına ağırlık verir. Joyce Ulysses’te sekiz saatte, Woolf Mrs. Dalloway’de daha da kısa bir zamanda değerlere dayalı bir yaşam türünü vurgulayarak ele aldığı insanları tüm derinliğiyle ortaya koyar. Forster’ın Roman Sanatı anlatımları, tam da Woolf ve Joyce’un büyük eserlerini verdikleri döneme denk geliyor.
Roman Kişileri
Roman kişileri tanıdığımız insanlardan daha gerçek kişilikleriyle ortaya çıkar. Günlük yaşamda birbirimizi hiçbir zaman anlayamayız, çünkü ne biz başkalarının içinden geçeni okuyabiliriz, ne de onlar içlerindekini tam olarak açığa vurur. Oysa romancı isterse romandaki kişileri okuyucuya bütün yönleriyle tanıtabilir. Roman kişileri soydaşları olan insanlardan daha kaypak, daha ele avuca sığmaz kimselerdir.
Roman kişileri “yalınkat” ve “çok yönlü” diye ikiye ayrılır. Yalınkat kişiler birkaç nitelikten oluşan, tek bir cümleyle özetlenebilen kişiler (tip, karikatür) iken çok yönlü kişiler tüm yönleriyle yaratılmış karmaşık kimselerdir. Romanda yalınkat karakterlerin varlığını eleştirenlere karşı çıkıyor Forster. Ona göre, karmaşık bir roman çoğu zaman çok yönlü yuvarlak kişiler kadar yalınkat kişiler de gerektirir.
Roman yazarının kişiler konusunda karşılaştığı başlıca sorun, bir yandan onları romanın gerekliğine uydurmaya çalışmak bir yandan da özgürlüklerini fazla kısıtlamamak olmalı. Bu ikisi arasında iyi bir denge kurmak zorunludur. Çünkü bu kişilere tam özgürlük verilirse romanı paramparça edebilir, ancak çok sıkı denetim altında tutulurlarsa da ölüp giderek romanı içten çürütebilirler.
Bakış Açısı
Forster, romanda bakış açısının aynı çizgiyi korumasının önemine inanmıyor. Onun için önemli olan bakış açısının tutarlı olması değil, yazarın ne yapıp edip yazdıklarını okuyucuya benimsetebilmesi. Örneğin Savaş ve Barış romanında Tolstoy bizi Rusya’da bir aşağı bir yukarı dolaştırır, her şeyi bilen, gören bir tutum takınır, sonra yarı yarıya bilen bir tutuma girer, durum gerektirdikçe tümüyle aradan çekilir. Özetle, Tolstoy bakış açısını değiştirmekle birlikte çok başarılı sonuç alabilmiştir. Bakış açısındaki değişiklikler algı sınırlarının genişlediği ya da daraldığı anlamına gelir.
Olay Örgüsü
Forster, içindeki her şey canlı bir varlığın ayrılmaz parçaları gibi birbirine bağlı bulunan, yalın ve özlü bir olay örgüsünden yana duruyor. Olay örgüsü bu şekilde sunulursa ancak okuyucuya romanın sonunda “derli toplu sanatsal bir güzellik duygusu” uyandırır.
Aristoteles’in “İnsanların tüm mutlulukları, tüm acıları eylem biçiminde belirir” sözüne karşı çıkarak, mutluluk ve mutsuzluğun asıl yerinin her insanın için için yaşadığı gizli yaşamda olduğunu söylüyor. Aslında Aristoteles ile Forster arasındaki görüş ayrılığı, tiyatro oyunu ile roman arasındaki ayrılıktan doğuyor. Roman yazarı için kişilerin iç yaşamı gizli değildir. Romanı roman yapan da kişilerin gizli duygu ve düşüncelerinin ele alınabilmesidir. Romancı dilerse kişinin aklından geçen düşünceleri gösterir, dilerse duygu ve düşüncelerden daha derine inerek bilinçaltına bakabilir. Forster’ın kişilerin iç dünyalarına verdiği önem, Henry James ve Joseph Conrad’la başlayıp Joyce, Faulkner ve Woolf ile doruğa erişen roman yazarlarında ortaya çıkar. Forster’ın bu yazarlardan ayrıldığı nokta ise bakış açısıyla ilgili.
Roman kişilerinin iç dünyalarının sınırları genişledikçe olay örgüsünü kontrol etmek gittikçe güçleşir. Olay örgüsü yüksekçe bir devlet görevlisi gibi davranır, roman kişilerinin öyle uzun uzun düşünmelerini, kendi iç dünyalarının merdivenlerinde bir aşağı bir yukarı koşarak vakitlerini çarçur etmelerini doğru bulmaz. Böyle olunca olay örgüsü ile kişiler arasında sürekli bir çekişme ortaya çıkar. Kişiler yaşayan varlıklar olarak olay örgüsünün önceden tasarlanmış sınırları içinde kalmak istemezken, olay örgüsü sürekli onları kontrol altına almaya çalışır. Yazarın mahareti bu iki öğeyi dengeleyebildiği ölçüde ortaya çıkar.
Olay örgüsünü merak unsuruna dayandırmayı iyiden iyiye eleştiriyor yazar. Ona göre merak insanoğlunun yetenekleri arasında en az değer taşıyanı. Meraklı insanların genellikle budala olduğunu da söylemekten çekinmiyor. Merak duygusunun hiç yararı yoktur, roman okurken de tek başına bizi pek bir yere götürmez, hikâyenin sınırları içinde tutar, o kadar. Olay örgüsünü kavrayabilmek için merak duygusunun yanına zekâ ile belleği de katmamız gerekir.
Romandaki gizem ve şaşırtma öğesi meraktan çok daha önemli yer tutar. Gizemli bir olay, romanın akışı içinde gizli bir cep gibidir. Gerçek anlamı ancak sayfalar sonra ortaya çıkan üstü kapalı söz ve davranışlar iyi bir gizem örneği olabilir. Gizemi değerlendirebilmek, ondan zevk almak için zihnimizin bir parçası olayların peşinden koşarken bir parçasının da geride kalan, olup bitenler üstünde düşünmesi gerekir. Olay örgüsünün temel taşıdır gizem, zekâ olmadan tadına varılmaz.
Romanın sonunda olayı bağlayıp her şeyi sonuca ulaştırmak gerektiğinde kişiler genellikle canlılıklarını yitirir. Forster, olay örgüsünün bu sınırlayıcı etkisine karşı çıkıyor ve daha esnek, daha özgür bir yapıdan yana duruyor. Bu tutumu şöyle dile getiriyor: “Roman niçin önceden planlanacakmış? Özgürce gelişemez mi? Neden tiyatro oyunu gibi perde kapatmak gereksin? Olayları derleyip toparlamadan öylece bırakamaz mı? Yazar, yüksek bir yerde durup tüm romanı denetim altına alacağına, önceden bilmediği bir sonuca sürüklenecek bir biçimde kendini olayların akışına kaptıramaz mı?”
Düşsellik ve Ermişlik
Forster, önerdiği özgürlük ve sınırsızlık havasının yaratılmasına yardımcı olacağını düşündüğü, düşsellik, ermişlik ve ritim kavramlarına da yer veriyor.
Düşsellik; günlük yaşama hortlak, canavar, cadı, cüce gibi yaratıklar sokmak; insanları bilinmeyen dünyalara, yeraltına göndermek; insan ruhunun derinlerine inmek ya da kişiliği parçalara ayırmak gibi sağduyu ile hayal gücünü birleştiren karışımlardır. Düşsel bir yazar şöyle der, “İşte size yaşamda olamayacak bir şey. Sizden istediğim, önce kitabımı tümüyle kabul etmeniz.”
Romanın yarattığı genel izlenim öylesine gerçeğe dayalıdır ki işin içine akıl almaz, hayal ürünü bir şey girdi mi ortada değişik bir hava eser. Kimi okuyucu bundan çok hoşlanır, kimisiyse içine sindiremez.
Ermişlik de düşsellik gibi kendilerini romanın öteki yönlerinden ayıran bir mitoloji kavramına dayanır. Ermişliğin anlamı, kâhinlik ya da doğruluğa çağrı gibi dar kalıplarda ele alınmıyor. Onun yerine evrenselliği yakalamak olarak yorumlanıyor. Ermişlik, romanda Forster’ın görmek istediği özgürlük ve genişleme duygusunu sağlamakta düşsellikten çok daha etkili ve önemli. Ermişlik niteliği taşıyan romancılar yaşamın gerçeklerinden uzaklaşan yazarlar değil. Onların önemli özelliği, günlük yaşamın sıradan olay, durum ve kişilerine alışık oldukları boyutlarını kat kat aşarak tüm insanlığı kucaklayan evrensel anlamlar katabilmek. Bu özelliği açıklayabilmek için Forster, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşleri’nden örnek veriyor. Dostoyevski’nin yarattığı kişiler ve durumlar her zaman kendi boyutlarını aşan anlamlar yaratır, sonsuzluğa yönelirler. Bireysel niteliklerini yitirmeden genişleyerek sonsuzu kucaklar, onun da kendilerine kucak açması için çağrıda bulunurlar.
Ermiş yazarlar okuyucudan alçakgönüllü olmasını, mizah duygusunu askıya almasını bekler. Okuyucuda bir şarkı, bir ezgi izlenimi uyandırır. Ermiş yazarlara Dostoyevski, Melville, D. H. Lawrence ve Emily Bronte örnek veriliyor. Örneğin Lawrence dinleyicisini etkilemeyi çok iyi bilen bir ahlak hocasıdır. Ders dinlemek için önüne oturduğunuz hocanızdan karnınızın ortasına bir tekme yemekten daha şaşırtıcı bir şey olamaz. Lawrence’ı anlaşılması güç ve yanıltıcı yapan da yine bu yanıdır.
Biçim ve Ritim
Hikâye merak duygumuza, olay örgüsü zekâmıza seslenirken biçim güzellik duygumuza seslenir. Biçim, romandaki olayların gelişme çizgilerinin hep birden yarattığı görüntüdür. Olay örgüsünün toptan algılanmasından doğan bir bütündür. Biçim romana güzellik sağlasa da sıkı bir biçimcilik yaşamın yazara sağladığı sınırsız zenginliklerle bağdaşmaz. Böyle bir biçim romanın havasının somutlaşmasını sağlayabilir, olay örgüsünün doğal bir sonucu olabilir, bir güzellik yaratmış olabilir, ancak zorba bir güzelliktir bu. “Güzel olmuş ama değmez.” dedirtecek bir güzelliktir.
Romanda biçim dışında güzellik katma olanaklarından biri de ritimdir. Örneğin Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’si dağınık, biçimden yoksun bir romandır. Ancak gene de romanın dağınıklığa yol açan değişik parçaları içten dikişlerle birbirine bağlanmıştır. Bu bağlantıyı sağlayan ritimdir. Ritim, roman boyunca birtakım sözcük ya da tümcelerin değişikliğe uğrayarak zaman zaman ortaya çıkmasından oluşur. Beceriksizce kullanılırsa ritim çok sıkıcı olur. Forster, romanlarını önceden planlayarak yazan yazarların ritmi yakalayabileceğine inanmıyor. Çünkü ritim, romanda uygun bir geçiş noktasına ulaşıldığı sırada, yazarın içinde doğal olarak beliren bir itici güce dayanmak zorundadır.
Son Söz
Forster 1927 yılında söylüyor bunları.
“İnsanoğlu gelecekte atoma gem vurabilir, aya gidebilir, savaşı yok edebilir ya da büsbütün kızıştırabilir. Ancak bunların roman sanatı açısından bir önemi yoktur. Roman sanatı bakımından önemli olan, yaratma işleminin de bir değişikliğe uğrayıp uğramayacağıdır. Eğer insanoğlunun yaradılışı bir gün değişirse, bireyler kendilerine yeni bir gözle bakmayı başardıkları için değişecektir. Çünkü roman yazarı kendini değişik bir gözle görürse, kişilerini de değişik görebilecek, bundan yeni bir aydınlanma doğacaktır.”
Nuran Durmaz – edebiyathaber.net (14 Aralık 2012)